Söyleşen: Birce Yazıcı
Öncelikle
merhabalar, hoş geldiniz hocam! Sizi sosyal medyadan takip eden, Karakum
Yayınevi aracılığıyla da tanıyan ve okuyan birisi olarak çalışma alanınız ve
yazdığınız eserler Türk kültürü, edebiyatı, tarihi ve halk bilimiyle ilgili
diyebilir miyiz? İzmir’lisiniz, Ege Üniversitesi’nde Türk Hal Bilimi alanında
doktora yapıyorsunuz, bolca bisiklete biniyorsunuz ve bir de death-metal
grubunuz var. Demonik varlıkların yanı sıra böyle de bir hayatınız var. Peki bu
enerjik adamı bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Bütün ana ayrıntıları sen verdin
aslında, ben şimdi cv ya da gbt veriyor gibi anlatmayayım. Şu an uğraştıklarım,
kitaplar ve akademik çalışmalar; ama en çok kitaplar diyelim. Böyle
adlandırmayı seviyorum; “kitapların
dünyası!”. Ve halk bilimi, çokça spor ve müzik. Bunlar benim hayatım aslında,
aileden de gelen bir şey bu, küçük yaştan beri uğraştığım şeyler.
Ve soruyorlar “Hepsini nasıl yetiştiriyorsun?” diye, çok büyütmüyorum rolümü, “Oo her şeyi aynı anda yapıyorum
yetiştiriyorum!” demiyorum. Aileden gelen bir terbiye bu, bizde herkes aynı
anda birçok şeyle uğraşır, çocukluk alışkanlıklarımın hayatıma dönüşmesi
diyebiliriz. Bir de uğraştığım her şeyi gerçekten seviyorum. İş olsun diye
yapmıyorum. Hayatım bunlardan ibaret.
Aslında,
kanımca sizi besleyen şey de budur belki de.
Tabii ki. Bir de şöyle bir şey oldu;
Sivas’ta Karşılaştırmalı Edebiyat Kongresi’nde bir bildiri sundum, sunduğum
bildiri Türk Dünyası metal müzik gruplarında
Türk Halk Bilgisi ürünlerinin kullanımıyla ilgili idi. Birisi yıllardır
yaptığım müzik, diğeri akademik çalışmalarım. İlgi alanlarım
birleştirebileceğim noktalar içeriyor, daha da birçok çalışma var aklımda
bunlarla ilgili.
O
zaman ilk olarak “Tebriz’den Masallar” ile başlamak istiyorum. Yeni kitabınız
aynı zamanda sizin tezinizin bir parçası, Prof. Dr. Metin Ekici ile
yürüttüğünüz bir çalışma. Sunuş kısmını okurken ilgimi çeken bir nokta da Özcan
Yüksek’in yazdıkları arasında; “Masal gecelerin anlatısıdır, belirsizliğin,
görünmezliğin, karanlığın, ışıksızlığın hâkim olduğu zamanın öyküleridir. Masal
neden belirsizliği, bilinmezliği, örtük olanı, gizi sever?” diye sorduğu
sorudur. Ben bu sorunun cevabını sizden de duymak istiyorum. Masal neden gizi
ve örtük olanı sever?
Aslında şu masal ile ilgili “gece-gündüz” tartışmasına ben de çok
ufak bir ekleme yapmak istiyorum;
evet bugün mesela Özcan Yüksek bunu
söylüyor, doğru, ben de “Masal gece
anlatısıdır” taraftarıyım, o kanattayım. Mesela Nazlı Çevik Azazi var, onun da yeni bir kitabı çıktı “Masal- İki Dünya Arasındaki Aşk” diye, o
da gecedendem vurur veya çok yenilerden söyledim, geriye gidelim; IX.yy ‘a ait
bir Arap fihristinde İskender’in
geceleri uyanık kalmak için kendisine masal anlattırdığı yer alır ki bu tipik
bir Şehrâzat motifi aslında. Evet,
gece anlatısı ama Ignas Kunos Osmanlı
son dönemlerinde yaptığı derlemelerinde mesela; “Türk masalları çok aydınlıktır apaydınlıktır açık ve nettir, Binbir
Gece’nin değil Binbir Gündüz’ün masallarıdır” der, gündüz masalı olarak
anlatır. Bu bir ek bilgi olarak
dursun. Neden? Çünkü Florian masallarında veya XVIII.yy’ a
ait efsanelere baktığımızda masal ve gerçeğin hikâyesi vardır; iki kız kardeş
olması, iki kadın olması, gerçeğin masalın kıyafetlerini giyerek yürümesi -çünkü
çıplak gerçeği kimse duymak istemez fikrinden hareketle-. Neden gece anlatısı? Çünkü gece aslında gerçekten bilmediğimiz bir
şey. Karanlık indiğinde gündüzün o düzenli bilinen apaçık aydınlık görüntüsünün
üstü örtülür. Masal da böyle, o apaçık gündüzün düzenli gerçeğinin üstünü örtüp
aslında gerçeği keskin ama gizli bir şekilde anlatıyor. Bunu birçok
araştırmacıya baktığımızda mitlere ilk
din, efsanelere insanların ilk
üniversitesi, masala da insanlığın en
saf kan edebiyatı derler. Masal edebi bir form olarak böyle, estetik bir
mesafe ve sanatsallık katarak gerçeği didaktiklikten, kuruluktan kurtarıp
üstünü örterek anlatıyor ve bu anlamda da geceyle çok benzeşen bir yanı var.
Bir de şunu düşün; bugün bizim hayatımızda televizyonun hâkimiyeti 50 bilemedin
60 yıllık bir hikâye, internet ondan da genç, bundan önce geceleri insanların
gün içinde işlerini güçlerini bitirip ocak başında, ateş başında oturduklarında
yapacakları bir şeyleri vardı. Ve bugün Bilgin Saydam “Deli Dumrul’un Bilinci”nde çok güzel bir ifade kullanıyor: homo narrans yani anlatan insan. Biz var
olduğumuz günden beri aslında neandertal’i
de homosapiens’i de hepsini
sayabiliriz, tek özelliğimiz homo narrans oluşumuz, bir şey anlatıyoruz,
anlatan bir varlığız mağara duvarlarına çizdiklerimizden beri. Bu bir günlük
yaşantı anlatısı da olabilir, bir masal da olabilir. Bunların arasında sanatsallık, işlevsellik ve anlatıcı
gibi farklar var sadece. Masal da o uzun gecelerde insanların vakit geçirmesi
için estetik, eğlendirici ve aynı zamanda işlevsel, öğreten, eğiten bir şekilde
geçirmesi için ortaya çıkartılmış bir tür. Hem gerçeği veriyor hem de salt
olarak gerçeği vermediğinden, üzerini örttüğünden sıkmıyor ve öğretici de
oluyor. Örneğin bir çocuğa anlatırken La Fontaine’den örnek vermek gerekirse; “Yunan kralı Pers diyarına gerekli
hesaplamaları yapmadan girdi ve bu savaşı kaybetti..” dersen bu kuru bir
anlatı olur ama; “bir gün bir tilki ve keçi bir kuyuya inmiş..” diye anlatırsan
daha ilgi çekici olur. O yüzden masal gecenin anlatısı. İnsanların gündüzü, gerçek
dünyayı bitirdikleri ve fantastik dünyaya girdikleri bir zaman. Masal da tüm
özellikleriyle bu zaman uygun bir anlatı.
Bize
biraz Tebriz’den bahsedebilir misin? Çok anı biriktirdiğini tahmin ediyorum ve
orada Güney Azerbaycan’da bize hem
uzak kalan hem de çok yakın olan bir bölge ve orada halk bilim çalışması
yaptın,
Türkiye. Hiçbir farkı yok diyebilirim.
Etraftaki tabelalarda farklı bir alfabeyle yazıldığını görmesen, Anadolu’da bir
şehir ya da Anadolu bile demeyelim, büyükşehirlerden birinin yan
mahallelerinden biri gibi Tebriz’in mahalleleri.
Peki,
siz giderken ne ile karşılaşmayı bekliyordunuz?
Aslında çok şaşırmadım çünkü hem Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’nde
olduğum için oradaki öğrencilerim sayesinde hem de sevgili Fazıl Özdamar’la beraber gittiğimiz için, o da İran’da Köroğlu üzerine çalışıyor, o
tecrübeliydi bu anlamda, sahayı biliyordu. Çok büyük bir yabancılık çekmedik,
çok şaşırmadık. Ama şöyle söyleyebilirim; hem yabancı bir ülkedesin farklı bir
sos var, tat var ve aynı zamanda Türkiye. Birçok kişi Türkiye Türkçesi biliyor,
bilmeseler bile lehçelerini çok kolaylıkla anlayabiliyorsun. Hiç yabancılık
çekmedim. Çok bilmesen de zaten üçüncü gün “hara
gidek?” demeye başlıyorsun. Mesela çok hoşuma gitmişti orada öğrendim “gabak”, yol tarifi için kullanılıyor,
ileri, ilerisi filan demek. Bir süre sonra şey diye başlıyorduk sormaya; “gabaktan nere? gabaktan hara gidip?” buna dönüşmüştü adres meselesi! Tebriz
pazarını gezerken de Kemeraltı’nda gibi hissettim. Tabii ki daha büyük bir yer,
tınısı dokusu güzel ama “his aynı”. Evliyâ Çelebi Seyyahatâmesi’nde de
böyle, mesela Arminus Vambery gidiyor
Tebriz’e ve bundan 100-150 yıl kadar önce; “Tebriz’in
İran sınırları içerisinde yer alması tamamen askeri bir meseledir, aslında bir
Türk şehridir ve sanki bir gün tekrar Türklerin topraklarına katılmayı bekliyor
gibidir..” diyor. Ondan 200 küsur yıl geri gittiğimizde Evliyâ Çelebi de böyle söylüyor, 15., 16.yy’a gittiğimizde Krusinski
gibi seyyahlar da bunu söylüyor. Bir Türk şehri, bu kadar basit. Gördüğüm en
önemli şey bu oldu ve çok da sevindim açıkçası böyle de gördüğümde.
Peki, İran’da yaşayan Türk âşıkları hakkında bize neler anlatabilirsiniz?
Benim çalışmam âşıklar üzerine değil
tabi, sevgili Fazıl Özdamar’ın çalışması sayesinde onlarla bulundum. Ama kısaca
şunu söyleyebilirim, âşık geleneğinin en güçlü devam ettiği yer Türk dünyasında.
Aktif bir şekilde devam ediyorlar, toylarda sanatlarını icra ediyorlar. Çok sayıda
âşık var ve tabi Köroğlu Destanı’nın
aktif olarak devam ettiği coğrafya. Ama zorluk çekiyorlar, birçok zorluk.
Eskisi kadar fırsat bulamıyorlar, hem ekonomik hem siyasî açıdan sıkıntı
içindeler. En önemlisi de Türk kültürünü ve Türkçeyi bir bayrak gibi taşıyan orada âşıklar. Bir şeyler orada hala Türk
ve Türkçe devam ediyorsa âşıklar bu konuda çok çok önemli.
Gördüğüm
kadarıyla sizin kitapta söz ettiğiniz, tanıştığınız anlatıcıların en yaşlı
olanı 50’li yıllarda doğmuş, aslında çok da eski değiller, demek ki hâlâ bu
geleneği devam ettirebiliyorlar diyebilir miyiz? Bu bizim sürdüremediğimiz bir
şey, ama onlar, o sıkıntılar içinde sürdürebiliyorlar,
Aslında onlar da çok sürdüremiyorlar.
Hayatımıza giren televizyon ve internet teknolojisi az önce de söylediğim gibi
yarım asırda bizlerden birçok şeyi alıp götürmüş. Sürdürme meselesi orada da
çok çok çok müthiş değil ama orada bilenlerin sayısı daha çok. Ve gidilip
deşilip kazıldığında ortaya daha birçok şey çıkıyor. Dediğine şurada
katılıyorum; yaşça yakın isimler de var evet ve burada önemli olan da şu; bugün
halk bilimi ve edebiyatında artık terk edilmiş bir yanlış var ki; kaynak
kişinin yaşlı olması gerektiği. Hayır, hayır. Öncelikle gençlerin kaynak kişi
konumuna gelebilmesi gerekir ki kültür aktarımı devam etsin. Bugün maalesef
yaşlıları ne kadar dinliyoruz? Maalesef diyorum çünkü dinlemiyoruz. Ve onlardan
sırrı, bilgiyi, bilgeliği almıyoruz. Folklore’daki
“lore” bilgeliğe karşılık gelir. Ama
oradaki insanlar kimseden dinlememiş olsa da masal kitaplarını okuyarak bu
bilgiye erişmişler ve devam ettiriyorlar ve ben de bunun devam edebilmesini çok
önemsiyorum.
Peki
en sevdiğin “nağıl” hangisi oldu?
“Hepsi benim çocuğum gibi içlerinden hiçbirini
seçemiyorum ayırt edemiyorum…”(gülmekten yıkılıyoruz). Böyle bir çirkin sanatçı
kisvesi vardır ya, çok boktan! Bunları yaz ama lütfen, boktan dediğimi de yaz!
(gülüyoruz). (yazacağım dedim yazdım hocam J) Şâh
İsmail’in veziriyle ilgili bir masal var, sabaha kadar spor yapan ve ölmeyen,
Şâh’ın oğlu ve Paslı Gılınç masalları bende özellikle yer edenler. İnsanın
anlatı içinde kendini en yakın bulduğu şeylerdir aslında en sevdikleri.
Tebriz’den bahsederken Kuzey Azerbaycan’a da değinmişsiniz ve Tebriz
masallarında bizimle, Türkiye ile olan benzerliği görünce, halk bilimci olmanız
hasebiyle şunu sormak istiyorum; Kuzey
Azerbaycan ve Güney Azerbaycan
halk hikâyelerinde de böyle bir benzerlik var mı ya da farklılık?
Benzerlik var demeyelim direkt olarak aynı. Azerbaycan’la Türkiye’nin dost
değil de kardeş olması gibi. Bu hamasî bir cümle olarak algılanabilir ama durum bu. Gerçekten oradaki vurgu -ki
tezimde de bunun üzerinde duracağım- Azerbaycan ve Türk. Kuzey-güney yok öyle
bir şey, direkt Azerbaycan masalları deyip geçiyorlar. Kültürel sınır diye bir
şey var, devlet sınırlarını tanımıyor. Onların gözünde Tebriz hâlâ Azerbaycan’ın
başkenti.
Şunu
da sormadan geçmek istemiyorum; içinde yaşadığımız hayat mı yoksa az önce
değindiğimiz bağlamda teknoloji mi bizim kültürel bağlarımızda böyle bir boşluk
yaratıyor? Yani bugün insanlar sizin de söz ettiğiniz anlamda geceyi ya da fantastik düşünebilme
kabiliyetlerini hayal edebilmeyi kaybetmiş durumdalar, durumdayız bu çok üzücü,
Aslında bunu tek başına teknolojiye
yükleyemeyiz. Evet, o da insanların iletişimi ve beraber geçirdikleri zamanda
etki sahibi ama hayatın bize getirdikleri de şu an buna neden oluyor. İlber Ortaylı’nın dediği bir şey geliyor
aklıma; “çocuğunuza bir dua okuyamayacaksanız,
bir masal anlatamayacaksanız, onunla kahvaltı edemeyecekseniz çocuk yapmayın...”
diye. Gerçi onun da şöyle bir yönü var, günde 16 saat mesai yapan bir insana
bunu nasıl söyleyebilirsin, bu da var. Ama bu bir gerçek, hayat dinamiği buna
izin vermiyor ve bırak masalı diyalog için bile insanların bir araya gelmesi
gerekiyor ve şu an bu ne kadar olabiliyor? Ya da bugün içinde yaşadığımız
görünüşte kalabalıklar barındıran dikey mimari bizi ne kadar bir araya
getiriyor? Ya da acaba özellikle mi bir araya gelinmesin diye böyle yapılıyor
diye de sorulması gerekiyor.
Şimdi
gelelim en çok merak edilen noktalardan birine, Demonik varlıklar!
Türklerin Şeytani Masalları konusunda, bize söylemek istediğiniz, anlatmak
istediğiniz neydi aslında? Yaşam sahamızda, öz kültürümüzde çokça korku öğesi
barındırıyoruz -mesela çocukluğumun efsanesi canım koncolosum gibi-. Bunlara
hâkimiz ve bu konuda zenginiz ama bunu gerektiği kadar değerlendiremiyoruz,
Bunlara hâlâ korkunç canavarlar olarak bakıyor muyuz? Hâlâ bunlar bizi ürkütüyor
mu? Veya bu semboller aracılığıyla bizi korkutan ne? O canavarın bizâtihi
kendisi değil aslında korktuklarımız. Bunlar edebî estetik formlar, estetize
edilmiş şeyler. Bugün dünyada çok ciddi bir korku kültürü var. Politik korku
vs.den bahsetmiyorum; korku edebiyatı, korku sineması ve resim sanatı vs.den
bahsediyorum. Ve biz halk bilgisindeki, halk yaratılarının hayali boyutundaki
bu varlıkları kültür endüstrisine ne kadar kazandırabildik? Bu iki temel noktaydı:
1.) Biz neden, nasıl, niye korkuyorduk?
2.) Bunu nasıl estetize ediyorduk?. Bunun üçüncü adımı da artık bu kitabı
okuyanlar, faydalananlar tarafından atılacak; bu edebi estetize formları nasıl aktarıyoruz ya da aktarabiliriz?Önemli
olan bu.
Bu
konuda çalışma fikri ilk ne zaman ortaya çıktı? Neden masallar, neden demonik
varlıklar? Niye fantastik?
Diğer her şey gibi uzun zamandır ilgilendiğim, üzerine okuma ve çalışma
yaptığım şeylerdi. Yüksek lisans dönemine geldiğimde alanda böyle bir boşluk
olduğunu gördük, alandaki boşluk ve benim ilgim bir araya gelince ortaya çıktı.
Neden olmasın? dedik. Bir manyağın bunu çalışması gerekiyordu yani. Mehmet
vardı bir de o da diğer bir manyak! (bizim Yaltırık). “Türk Kültüründe Vampirler”de “abi gel!” dedim atladı hemen canına
minnet ve bu ortaya çıktı. Türklerin Şeytani Masalları için de altyapı hazırdı,
böyle yürüdü gitti mesele.
Peki
bir şey soracağım, neden “Köyün Delisi”?
Bizim halk bilimini bir köy olarak görürsek
ben de o köyün delisiyim! Delilerinden biriyim yani. Bir de köyün delisi olmak
iyidir, delilikle velîlik arasında ince bir sınır vardır. Dünyayı çok takmazsın
kendi hâlinde yuvarlanır gidersin. “Deli
bu ya boşver” derler. Mesela bir manyaklık yaparsın; “delidir yapar” derler ellemezler yani. Diğer yandan köyün tüm
gerçeklerini de delisi ya da velîsi bilir. O yüzden ben de türlü türlü
delilikler yapan bir adamım, delidir yapar desinler geçsinler. Akıllı olup
dünyanın kahrını çekeceğime deli olurum, dünya da kahrımı çeker. Bir de,
herhangi manyakça şey olduğunda “haa Seçkin mi? Tamam o yapar” denilmesini
seviyorum yakın çevremde. Ondan da memnunum. Bu yüzden “Köyün Delisi.”
Harika!
Peki siz Yaltırık’la ne zaman tanıştınız?!
Çok uzun zaman önce tanıştık,
hikâyelerinden tanıdım onu ve sosyal medyada tanıştık. Aynı alana ilgimiz vardı
benzer şeyleri çalışıyorduk, sohbet muhabbet kaynak paylaşımı derken hikâye
buraya kadar geldi.
Harikaaa!
Şimdi ben ona atıfta bulunuyorum, o
bana atıfta bulunuyor, beraber kitap yazıyoruz, etkinlikler yapıyoruz, güzel
oldu. Şey de çok güzel oldu ama, bakir bir alan ve bu tarz bakir alanlarda söz
sahibi olma niyetinde olan, çalışan, kalem oynatan kişiler genelde çekişir
birbiriyle, kim daha iyisini söyleyecek vs. diye. Bizim gayet basit bir şekilde
hiç planlamadan da çekişme değil iş birliği oldu aramızda. Biz arkadaş olduk.
Sonra teklif ettim bu kitabı beraber çıkaralım dedik. “Türk Kültüründe Vampirler”de ikimizin de tek başına kitap
çıkarabilecek materyal vardı aslında elimizde, ama ne gerek var? İkimiz de
alanda kalem oynatıyoruz. Yükselip birleşmektense birleşip yükselmek daha
önemlidir sözü gibi, aramızda hiçbir zaman muhabbeti bile olmadı böyle şeylerin
yani. O bu alanda çok iyi, adam derya, ayaklı bir kütüphane. Ben de âcizane
kendimi geliştirmeye çalışıyorum, okuyorum. Bir araya geldik ve sürekli
birbirini destekleyen böyle bir profil oluştu çok da güzel oldu.

Müthiş
bir şey bu. Okurlarınız olarak o kadar şanslıyız ki! Bir de buna şu ânda şahit
oluyoruz. Yani bundan 50 yıl sonra bizler için; “Aaa ne şanslı insanlarmış”
diyecekler, bundan eminim.
Yine
çok merak ettiğim bir konu olarak; “Türk
Kültüründe Vampirler”e baktığımızda sadece “Vampirler”i görmüyoruz aslında. Çok kalabalık! Sözgelimi Obur, Yek, Yalmavuz, Cazu, Albastı, Dev, Emegen, Erlik, Calbegen..
Bunların bir kısmına yöresel olarak, aile anlatıları vs. olarak aşinâyız ya da
hiç olmazsa “Albastı”yı herkes bilir.
Bir fantastik varlık hazinemiz mi desem, yani korkunç varlıklarımız hayli
kalabalık,
Burada şöyle bir problemimiz var,
problem demeyelim de şöyle bir özelliğimiz var; bizim Türk kültürünü batıdan
alıntılanan hazır pattern/şablon yapılarla değerlendirmeye kalkışmamamız gerekir.
Bunu “ahh kahrolsun batı!” vs. gibi bir düşünceyle söylemiyorum, öyle bir
motivasyon yok bunun arkasında. Şöyle; biz Balkanlar’ın
diplerinden, Avrupa’nın diplerinden Çin’in içlerine kadar geniş bir
coğrafyaya yayıldık. Bunun coğrafi, ekonomik, tarihi sebepleri vardı, farklı
sebepleri vardı, o apayrı bir konu. Biz bu konuda herhangi bir değerlendirme
yaparken tanıştığımız ve mensubu olduğumuz bütün dinleri, bütün tarihi süreci,
coğrafyayı her şeyi bütüncül olarak düşünmek durumundayız. Bu kadar geniş
coğrafyaya yayılmış, bu kadar geniş tarihi bir arka planı olan ve nüfusu 300
milyona yakın bir toplulukta bu tarz zenginlikler çok çok normal. Kaçınılmaz
bu. Oradan oraya at koşturmuş insanlarız biz. Ki Kutlu hocanın kitabına
baktığımızda (Bozkır’ın İsyanı- Kutlu
Altay Kocaova) onun anlatıığı Celâli isyanları döneminde olanlar, bundan
80-90 yıl önce Anadolu’da var olan, geçerli şeylerdi. Tabi, bunlar çok uzak
şeyler de değil. Bu çeşitliliğe bakarken bu arka planı göz önünde bulundurmak
gerekiyor.
Vampirler
hakkında ne düşünüyorsun? Sizin için sadece fantastik varlık mı?
Hayır yok öyle değil. Vampirizm’in kökeninde gerçekten
insanların kan içmesiyle ilgili bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü kan içme,
kanla beslenme, kanın gıda maddesi olması dünyanın çeşitli bölgelerinde var.
Gerçekten seksi şekil şukul vampir ablalarımız abilerimiz var mıydı? Onu bilemem
tabi! Ve çok da benim çalışma alanım değil, ben daha kültürel kısmıyla
ilgileniyorum. Benim için kabulleniş, inanç, anlatı varsa ben o malzemeyi
çalışırım. Ama bunların arkasında gerçekten bunlara sebep olacak gerçek veriler olduğunu düşünüyorum.
Yaltırık da benden bu konuda epey
çekiyor; “Abi, sence gerçekten varlar mı?
Sence gerçek olduklarına inandığın bir olay gördün mü okudun mu? Abi, varlar
değil mi?”
Peki,
sence vampirlerde insanın ilgisini çeken şey nedir? Günümüz insanından
bahsetmiyorum sadece. Genel olarak insanlık üzerindeki geçmişten gelen bu “ilgi”den bahsediyorum. Ölümsüzlük mü?
Cinsellik mi? Kanımca bu kadar basite indirgenmemeli. Sonsuza dek yaşamak ve
olduğun yaşta kalmak vs. Ama sanki sadece bu kadarla sınırlı değil gibi geliyor
bana. Bir halk bilimci olarak,
insanları gözleyen, bir bilen olarak
bu konudaki fikrini merak ediyorum açıkçası,
Korkunun estetiği. Yani temelde ilgi
çeken korkunun ve bilinmezliğin çekiciliği aslında. Bilmiyoruz, kestiremiyoruz
bu bizi çekiyor.
Diğer
fantastik varlıklar bu kadar ilgi görmüyor,
Vampirler estetize olarak
geliştirilmeye uygundu ve çok geliştirildi. Estetik bir form olarak edebiyatta,
sanatta yer edindi. Ama temelde bu ilgi korkuncun estetiğidir.
Okuduğun
kaynaklarda, denk geldiğin olaylarda veya masal anlatılarında hiç “Acaba mı?”
ya da “Gerçekten olmuş mudur ki? Gerçekten var olabilirler mi?” dediğin bir
durum ya da bir kaynakla karşılaştın mı? Aklıma Ebu Suud Efendi’nin vampir
fetvası geldi mesela. Tabi bu sadece vampir özelinde değil bütün fantastik ve demonik meseleler için soruyorum,
O bende hep oldu. Çünkü insanlar
kayıtlara geçirmiş böyle şeyler var ve inana inana anlatıyorlar bunu. Memorat diye bir şey var, yaşadım diyor
veya yaşadığını anlatıyor diyor. Ne diyebilirsin ki? “Nayır yaşamadın şerefsiz
yalan söylüyorsun!!” falan diyemezsin ki, diyemiyorsun. Bilmiyorum kafam çok
karışık. Adam karşına geçiyor “gerçekten yaşadım böyle oldu!” diyor. Bilimsel
bir açıklaması vardır diyorsun, bugün her şeyin bilimsel bir açıklaması var o
apayrı bir konu ama insanlar “yaşadım” diyor. Gözlerinde o korkuyu görüyorsun.
Ne diyebilirsin ki yani?
Son
bir sorum daha olacak. Fantastik
edebiyat konusunda ne gibi tavsiyeler verirsin?
Türk korku edebiyatını takip edin, çok
güçlü isimler var. FABİSAD bünyesinde
özellikle, bu dernek bünyesindeki yazarları takip edin. En önemli
söyleyebileceğim şey bu olur.