Kaybolmuş bir insan kadar kendine dönük biri yoktur - Hasan Yurtoğlu


Söyleşen: Yağız Gönüler
Hasan YurtoğluWeysel Paradoksu kitabından yola çıkarak söylersem, çok cesur bir yazar. Düşünün ki “felsefe yoğun” bir roman yazıyorsunuz ve bu mayından farksız metni yepyeni bir yayınevinden neşrediyorsunuz. Sanırım şifre, işin samimiyetinde. Hani hep tekrarlarız ya Neşet Ertaş’ın o meşhur cevabını; yaşamadığın türküyü yakmamak meselesi…
Weysel Paradoksu ciddi bir yankı buldu. Dergilerde hakkında inceleme yazıları yazıldı. Derken Hasan Yurtoğlu yeni bir romanla geldi: Pathika.

Çok net söyleyebilirim ki, kendini aramayı ve bu uğurda kaybolmayı erdemli bir yaşam için olmazsa olmaz sayan herkes, Yurtoğlu’nun ciddi bir okuru olacaktır. Zaten ilk kitabından sonra önemli boyutta ‘çekirdek okuyucu’ya sahip olduğunu düşünüyorum. Öte yandan Karakum Yayınları’nı da Türk romancılığına yaptıkları bu özel katkı(lar) sebebiyle de teşekkür etmek istiyorum.
Henüz ilk cümlesinden itibaren insanı kendine doğru çeken ve düşünce egzersizleri yaptırırken hikâyesinden de taviz vermeyen iki romanın yazarı, Hasan Yurtoğlu ile yaptığımız söyleşi için buyurun...                                         
Hasan Yurtoğlu geçtiğimiz yıl Weysel Paradoksu'yla selamlamıştı okuyucusunu. İsmiyle cismiyle sade fakat içeriğiyle kuşkusuz her okuyanı sarsan bir anlatımı, kurgusu vardı. Sanki bir roman değil de "roman içre felsefe" kitabı okuyor gibi olduk. Bu bir plan mıydı, yoksa yazım sürecinde ortaya çıkan bir tablo mu?
Değerli Yağız Gönüler merhaba. Öncelikle Weysel Paradoksu’na gösterdiğin alaka için teşekkür ederim. Weysel Paradoksuyayımlandığında; ilk kitabı yayımlanan bir yazar olarak benim, -faaliyetine yeni başlamış bir yayınevinden, Karakum’dan çıkmıştı- yayıncı arkadaşımız Haydar Aybakır Bey’in de kitabın okuruyla buluşması noktasında bazı tereddütlerimiz vardı. O aşamada sizin bir değerlendirmeniz oldu. Kitaba kitap olması bakımından değer veren bir okuyucu çevresinin bu sayede Weysel Paradoksu’ndan haberdar olduklarını müşahede ettik. Farklı kesimlerden insanlar Weysel Paradoksu’nu okudular ve kitapta ifadesini bulan çeşitli hususların hemen hemen aynı hassasiyetlerle altını çizdiler. Okurun hakkaniyetinden, okurun kitapla kurduğu sahih ilişkiden başka bir şeye güvenmek istemem doğrusu. Bu bakımdan vesile olduğunuz şeyi kıymetli bulduğumu belirtme ihtiyacı duyuyorum.
“Bu bir plan mıydı” şeklindeki sorunuza gelince, evet, bir planım vardı başlangıçta. Goethe’nin Genç Werther’in Acıları ve Palenzdorf’un Genç W’nin Yeni Acıları kitaplarının yanına Genç Veysel’in Acıları’nı eklemeyi tasarlamıştım. Her ikisi de kendi çağlarında kara sevda olgusunun görünümlerini ele almış ve bu özellikleriyle şöhret bulmuş kitaplardı. Ben de bu tartışmaya Türkiye’den ve Türkçe ile katılmayı deneyecektim. Bunu da belli ölçülerde gerçekleştirdiğimi düşünüyorum. Yine de Weysel Paradoksu bu tasarıyı aşan daha geniş ve farklı açılımları olan bir kitap oldu.
Neden Weysel ve neden paradoks? Bu soruyu kabul ediyorum ki biraz da meslek hastalığı sebebiyle soruyorum. Bir editörün kitabın ismine, hatta Weysel'in W'sine takılması gayet doğal olsa gerek. Eğer bir sır değilse kitabın isim öyküsünü de dinlemek isteriz.
Kitabın içeriği kitabın ismini de isimdeki dabılyu vurgusunu da dikte etti adeta. Az önce, kitabın çok iyi bilinen ve fenomen haline gelmiş Werther karakteri ile ilgili yönünden söz etmiştim. Bu, nedenlerden biri olarak zikredilebilir. Kitabın ikiz bir yapıda olması, birçok hususun kitabın farklı yerlerinde en az iki kez ele alınması da bir diğer sebeptir. Paradoksa gelince, Veysel’in ‘benim de aforizmalarım olacak ismimle anılan bir paradoksum’ diye bir cümlesi var. Yani onu Batı entelektüel geleneğine bağlayacak bir çaba içinde davranıyor. Bu cümle okura kitabın okunması esnasında, Veysel’in sözgelimi Russel Paradoksu gibi ifade edilebilecek olan paradoksu ne acaba sorusunu sorduruyor. Veysel bu paradoksu kitap boyunca belirgin hale getirmeye uğraşıyor da. Öte yandan köylü bir ailenin çocuğu olan, annesine oldukça düşkün olan ve kara sevdanın sınırlarını zorlayan naif bir genç adam olan Veysel’in durumu da bir paradoks olarak değerlendiriliyor.
Weysel Paradoksu'nu okurken kafamda hep iki soru birbiriyle çatıştı. İnsan neden roman okur? İnsan neden felsefe okur? Sonra bu çarpışan sorulardan bir cevap çıktı: daima aradığı için. Paradoks kelimesi de en nihayetinde, aslında ulaşılmamış, kesin olmayan, ortada bir yerlerde duran anlamlarını çağrıştırıyor hep. Bu minvalde Hasan Yurtoğlu'nun romanlarla ve felsefeyle arası nasıldır?
Felsefeyle aramın iyi olduğunu söyleyebilirim. Romanlar için aynı şeyi söyleyemiyor, iyi bir roman okuru olduğumu da söyleyemiyorum. Bir roman yazayım diye hareket etmedim. Anlatmak istediklerimi en etkili bir biçimde nasıl anlatırım diye kafa yordum daha çok. Bunu, okumak istediğim kitabı yazmaya çalışmak olarak ifade ediyorum. Anlatacaklarımı en çok sayıda insana en etkili bir biçimde anlatmaya uğraştım. Belirli bir çerçevede ve belli bir kurgu içinde sunmaya yeltendiğim cümlelerin; kurulmasını, söylenmesini bekleyen bir topluluk olduğu inancıyla hareket ettim. En çok da benim, kendimin ihtiyaç duyduğu bu cümlelerin başkaları tarafından dile getirilmediğini fark etmem beni bunları yazmaya itti diyebilirim. Kitaba kitap olması dolayısıyla kıymet biçen her okurun okuma sebebi ve yazarın yazma sebebi de budur aslında. 
"Hayalleriyle hayatı arasında uçurum olmamalı insanın. Hayalin bile saygısı olmalı gerçeğe. Umulur ki o vakit gerçeklik de bizim hayallerimize saygı duyar, bir nebze hakikat katardı onlara." cümleleri, Weysel Paradoksu'nun en sevdiğim cümleleriydi. Bugün etrafımızda olup biten, doğup ölen, konuşup susan birçok insanı anlatır gibiydi. Zaten hep bir ikili kıyaslama, karşılaştırma, öğüt var kitapta. Kafamıza vurur gibi değil, bir türküyü kendince söyler gibi. Roman insanın hayatı mıdır yoksa hayali mi? Bu ikisi nasıl, ne zaman bir olur da yazıya dökülür?
Şunun farkındayım, insan kendi meselesini bir cümle âlem meselesi düzeyine taşımadıkça, bunun yollarını, imkânlarını arayıp bulmaya çalışmadıkça dünya eksik kalmaya mahkûm. Felsefenin doğrudan doğruya bunu sağlamaya dönük yapısı onunla ilişkimin merkezinde duruyor. Hani meseleyi kişiselleştirmeyelim deriz ya… Bunun tersi… Özünde kişisel gibi görüneni herkesin meselesi haline getirmek… Ya da herkesin meselesi olanı kişiselleştirmek… Onu kendi temel meselesi yapmak. Weysel Paradoksu’nda olduğu gibi Pathika’da da kahramanın kişisel meselesi dünyanın ve insanın asli meselesi olarak ele alınıyor.
Her şey bir yana, "Weysel Paradoksu" Hasan Yurtoğlu'nun neresinde, hayatının hangi aşamasında durur? Bir yoldaş mı, yoksa bitmiş bir yolculuğun hatırası mı?
Weysel Paradoksu’nu yıllar önce yitirdiğim bir dosta ithaf ettim. İthafın ötesinde kitaba ona dair pek çok hususu -gizleyerek de olsa- ektim, ekledim. Bu yönüyle ve tüm içeriğiyle Weysel Paradoksu yüreğimde duruyor. Sevdiğimiz insanlar öldüğünde… Geçmişin hatırasının ötesinde… Evet, belki eskiden olduğu gibi görüşemeyiz, fakat farklı bir boyut kazanarak bizde varlıklarını sürdürmeye bizi etkilemeye devam ederler… Yolun ve yolculuğun bittiği ancak yoldaşlığın devam ettiği bir durum. 
Derken Pathika çıkıp geldi. Yine ismiyle, cismiyle farklı bir romanla karşı karşıya kaldık. Yine felsefe var ve öğretici noktası çok olan bir kitap. Mesela yazarlık, editörlük, çeviri dersi var bu kitabın içinde kanaatimce. Şöyle bir soru sormak istedim aslında o yüzden uzatıyorum: Hasan Yurtoğlu nelere kızdı, neleri yüklendi de kendini yollara atıp bir Pathika aradı?
Her iki kitapta da hayatla ilişkisini kitaplar üzerinden kuran kahramanlar var. Veysel de İbrahim de bunun neden olduğu problemler yaşıyor. Cümleler onların üzerinde bomba etkisi yapıyor. Hayatın entelektüelize edilmesi her ne kadar kaçınılmaz olsa da sorunlu olabilen bir şey. Düşünceleriyle yaşayan, düşünceleri etrafında yaşayan insanların gerçeklikle temaslarında ortaya çıkan sıkıntılar üzerinde duruluyor. Bir tür insanlık durumu bu. Türküdeki gibi, ‘isterem ki başına gele…’
Tek başınayken kendini daha net ifade eden ama kalabalıklar içinde olunca ya da başkalarıyla konuşurken daha naif bir karakter var Pathika'da sanki. Toplumu gözlerken bu tip karakterlerle sık karşılaşıyoruz. İnsanlar "başka" şeyler konuşmak istemiyorlar, "öteki" ile buluşmak istemiyorlar gibi. Bilmiyorlar mı ötekinin insana insanlığını hatırlattığını acaba? Biraz Pathika'nın karakterlerini psikolojik olarak yorumlamanızı rica ederim.
Pathika Spinoza’nın Ethikası’ndan mülhem. Pathos’un, tutkunun bilimi anlamında Pathika. Hayatında bir şeyi merkeze koymuş, onu tutku derecesinde benimsemiş insanların zamana direnemeyen mukavemetleri ortak noktaları. İbrahim, Süleyman, Yusuf’ta ortak olan… Tutku, inanç, benimseme… Bağlılık… Başkasının gözüyle ‘arıza’…Bir maraz hali… Ancak vizörü yakınlaştırdığımızda arızanın arızi olmadığı, merkezi olduğu, genelliği fark ediliyor.
Sanki her yirmi-otuz sayfada bir kendini yeniden kuran, yeni şeyler anlatan bir okuma sunuyor gibi Pathika. Bu yazar için yorucu bir yazma süreci oluşturmuyor mu?
Eğer böyle yorumlamışsanız başarılı olmuş sayarım. Pathika’da bunun böyle olmasını bilhassa arzuladım. İnsanların farklı adlar altında farklı yerlerde farklı zamanlarda aynı belalara duçar kaldıklarını… Şekillerin, görünümlerin ötesinde bir ortak yaşantının olduğunu belirgin kılmak istedim. Bu deneyim ortaklığı olmasa anlaşamazdık herhalde.
Hem Weysel Paradoksu hem de Pathika için sormak isterim: Her iki kitabın yolculuğunda dönüp baktığınız, ilham demek istemem ama size bu yolculukta arkadaşlık eden kitaplar var mı? Şarkılar da olabilir ve hatta resimler de. Çünkü her iki kitabın kapağı da oldukça özel.
Kitaplar, yazarlar, filozoflar, şairler her iki kitapta da yadırgatıcı ölçüde mevcut. Şarkılar, türküler de. Hayatımızda olduğu ölçüde. Kitapların nasıl ayartıcı olabildikleri üzerinde duruluyor. Bu tür kitaplar belli ölçüde otobiyografiktir, ancak birebir olarak anlaşılmaması gerek. Çünkü bu onları bir anı kitabına bir günlüğe dönüştürme tehlikesi taşır. Yine de kendi deneyimlerinin dolayımından ele alınması kaçınılmazdır neredeyse. Belli ölçülerde izin verip belli ölçülerde kaçındığınız ancak her halükarda tanınmaz hale getirip başka bir şekle soktuğunuz otobiyografik öğeler söz konusudur elbet. Şunlar, şunlardır diyerek sıralamak ise çok zor.
Her iki kitap için de yürekten tebrik ederken, Pathika'daki "Yaşlı amcalar evimizi sorduklarında, ben çoktan kaybolmuş bir çocuktum" cümlesini şerh etmenizi rica ediyorum. Bu belki de sizi ve düşünce dünyanızı daha yakından tanımak için bir imkân sunabilir.
Bunlar; ülkemizde, dünyada olup bitenlere tanıklık eden, bu tanıklığı ciddiye alıp bunu kitap merkezli gerçekleştiren herkes için ortak temlerdir bir bakıma. Şarkısı Biten ŞehirUnuttun Ama Çocuktun, hatta Yolda Olmak’ta da görüleceği gibi.
Bir anlam arayışı. Yitiş, kayboluş imgesi ortaktır. Unutmak… O da yitirmek değil midir?
Evet, tarif edemediğimiz bu ev, bilmediğimiz, yabancısı olduğumuz bir ev değil, bizatihi kendi evimiz. Kendi evimizden uzaklaştık. Kendimizden. Yine de hala evimiz diyebilecek kadar da ona yakınız. Belki de kaybolmuş bir insan kadar kendine dönük biri yoktur. Kendini arıyor ya… Arayan da kendi, aradığı da… Bu,  bir bilinç sağlıyor.
Öte yandan… İşte bu, evimiz dediğimizi arayan, bunun için bize adres soran, evimizi soran ihtiyarlarla karşılaşıyoruz… Onları bilgeler, filozoflar, şairler olarak düşünebiliriz. “Neyi kaybettiğini hatırla” diyen şairi; bize evimizi, şehrimizi soran biri olarak merhum Turgut Cansever’i zikredebiliriz. Soruyla birlikte ortaya kaybımızı hatırladığımız tuhaf bir durum ve aslında bir imkân da çıkıyor. O yaşlı amcalarla bir olup, onların elinden tutarak evimizi bulabilir miyiz, yitikliğimize son verebilir miyiz, diye umuyoruz. Bizi bir ev ve yurt sahibi kılan da bu çabamız işte.
Pathika’dan bir cümleyi tekrarlamak isterim: “Yine de insan kaybettiğine üzülüyorsa eğer, her şeye rağmen onu tam manasıyla kaybettiği nasıl söylenebilir?”
Çok teşekkür ediyorum değerli sohbetiniz, sorularınız, ilginiz için. Sağ olun.

* Bu yazı daha öncesinde www.dunyabizim.com sitesinde yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder