Söyleşen: Birce Yazıcı
Merhabalar
İsmail Bey! Bu röportajda kendi sınırlarımdan bir adımcık çıkıp size “sen” diye hitap etmeyi deneyeceğim;
normal şartlarda “siz”den öteye
gidemeyen ben! Bunun önceden tanışmış olmamızdan ziyâde, seni anlayabilme
deneyimini tecrübe etmemle ilgili olduğunu belirtmek isterim. Okurların şu an beni anlıyorlar, henüz
bunu deneyimlememiş olanlar ise zamanı gelip hayatlarına kattıklarında hak
verecekler,
İsmail Biçer, 35 yaşında Eskişehirli bir Elektrik Elektronik Mühendisi, yüksek lisansı Raylı Sistemler Kontrol ve Sinyalizasyon Mühendisliği üzerine…
Bu
kadar değil tabii ki, hiçbirimizin hikâyesinin böyle özetlenemeyeceği gibi bu
da seni anlatmıyor. Okurlarına kendini anlatır mısın? “Sen”ce seni tanımaları kanımca çok önemli...
Dökülen saçlarım dışında olduğundan
genç görünen, çoğu insanın sinirini bozacak kadar neşeli davranan bir insanım.
Zamanında ikisinin de yokluğunu çektiğim için herkesle sohbet etmenin ve her
yere gitmenin kıymetini biliyorum.
İşim mühendislik, uğraşım yazarlıktır.
Bunların herhangi birinden tamamen vazgeçmek zorunda kalmayacağım bir hayat
yaşamaya çalışıyorum.
- Nasıl başladı yazarlık hikâyen? İçinde ne oldu, ne hissettin de “evet yazmalıyım” dedin ilk yazdığında? O yaşta, o anda aklında neler vardı?
Bir gün, ömrümün geçmiş kısmını yaşamak yerine geçiştirdiğimi fark ettim. İşe gidip gelen, oradan arkadaş buluşmalarına gidip gelen, arada bir tatile gidip gelen ama bunları yaşamayan biri haline gelmiştim. O noktada, her şeyde kendim için bir anlam aramaya, bulamadığımda katmaya karar verdim. En başta, o güne kadar ertelediğim her şeyin bir listesini yapıp en kısa zamanda o listeyi tamamladım. Okunacak kitaplar, gidilecek yerler, yapılacak konuşmalar, … Aklımda hiçbir şey kalmayana kadar bütün ertelediklerimi tamamladım. Hepsi bittiğinde, artık içinde bulunduğum ana odaklanmayı başarmıştım.
Sanırım ‘yazarlığım’ da o sonradan
büründüğüm coşkulu hâlimden ortaya çıktı. Diyebilirim ki yazmak benim için
ertelenenler ve ertelenmiş bir şey kalmadığında yapılacakların arasında bir
yerdeydi.
Aslında, yazmaya yirmili yaşların
ortasında başladım. Zihnimin içinde birtakım muhabbetler dönüyor, tanımadığım
adamlar bir sahneye çıkıp bir şeyler yaşıyorlardı. Sesleri yok sayamayacağım
kadar yükseldiğinde, onları kafamın dışına çıkarmanın çare olabileceğini
düşündüm. İşe yarıyor gibiydi; yazdıkça sesler ve olaylar azalıyor, zihnim
rahatlıyordu. İlk kitabımın taslağını bu şekilde, yaklaşık altı ayda yazdım.
Kitap bittiğinde sesler tamamen sustu. Tam rahat bir nefes aldığımı
düşünecektim ki hemen ertesi gece bir sonraki hikâyemin ‘fragmanını’ izledim.
Sonraki altı ay boyunca da onu yazmak zorunda kaldım. Neyse ki ikinci kitaptan
sonra uzun bir süre zihnim sakin kaldı. Onlar benim zihnimin karanlığında
yüzmekten kurtulmuştu, bense kafamın içinde günlük hayatlarını ve maceralarını
yaşayan adamlardan kurtulmuştum.
Evliliğimizin ilk günlerinde, eşim ilk
hikâyemin üzerinde çalışıp yayınevlerine sunmamı önerdi. O zaman, yazdıklarımla
ilgili bir şey düşünmeyeli yıllar olmuştu. Oturdum, yazdıklarımı gözden
geçirdim. İlk romanım ‘Düş Cambazı’nı baştan sona yeniden yazdım ve
yayınevlerinin kapısını çaldım. Beni kabul edecek bir yayıncı bulduğum için
şanslıyım.
- Bildiğim kadarıyla ilk romanın “Düş Cambazı” 2016 yılında yayınlandı. Peki başka denemelerin, ya da yaptığın çalışmalar oldu mu? Başından neler geçti bu süreçte?
Yeniden yazmaya başlayalı beş yıl
oluyor. O günden beri iki roman, bir çeviri, çok sayıda kısa hikâyem oldu.
Onlar yeniden düzenlenmeyi ve yayınevlerine sunulmayı beklerken, yazılmayı
bekleyen üç romanın daha hikâyesi hazırda bekliyor. Umarım bir gün onların da
okuyucuyla buluşması mümkün olur. Şimdilik, aralarında en şanslı olan Dost A.Ş.
oldu.
- İşte en heyecanlı kısım: Dost A.Ş.!
İlk önce kapağını görmüştüm, tanışmamıştık daha ve “ne demek istedi bu adam acaba?” diye düşünmüştüm, “bir eleştiri geliyor ama ne ola ki?”
dedim hattâ. Sonra Karakum Yayınları’nın
Ekim’deki imza gününde karşılaştığımızda bu sefer başka bir düşünce sardı,
açıkçası “geliyor gelmekte olan”
dedim kendime (bunu yazarken güldüm). Çünkü bahsetmezsem olmaz; -yeni bir insan tanırken gerginimdir, çok
nadir kendim gibi bir bireyle tanışır ve sohbet edebilirim ki bu benimle alakalı nedenlerden uzun bir
süreçtir- ama o gün sen de gördün, sevgili Barış abi; “Siz ne konuşuyorsunuz?” diye şaşkınlıkla gülerek yanımıza geldi;
öyle gömülmüştük, öyle hararetli konuşuyorduk ki, -ki söylediğin her şey bende okurlar
kusura bakmasın-. Şaka bir yana, orada seninle konuşurken hayatı dinledim,
hayatı konuştuk, aslında tüm o derinlik de oydu.. Bakış açıları çok benzeyen
tecrübeler ve senin hayatta başardıkların ve benim için sorun olan durumlar, olaylar…(belirteyim
artık çok da değiller) Şimdi Dost A.Ş.’ de okurlarının da bu imkânı olacak.
Öncelikle bir okur olarak bunu yazdığın için çok teşekkür ederim,
Rica ederim. İnsan, ne kadar
yalnızlığı arzular görünürse görünsün, özünde hep muhabbet arıyor. Sosyal
ağların bize bu muhabbeti bulmada kolaylık sağlaması gerekiyordu ama insanlar
birbirlerine her zamandan daha uzaklar. Çünkü bizi birbirimize yakınlaştırması
gereken teknolojiyi, birbirimizden kopmadan daha fazla uzaklaşabilmek için
kullanıyoruz.
Sosyal ağların günlük insan
iletişimini desteklemesi gerekiyor, onun yerine geçmesi değil. Bu yüzden, aynı
senin gibi ben de muhabbet edebileceğim bir ortam bulduğumda onu
değerlendirmeye çalışıyorum. Çünkü konuşmak ve sohbet etmek farklı şeyler ve
insanın konuşmaktan çok sohbet etmeye ihtiyacı var. Bakmaktan çok görmeye,
duymaktan çok dinlemeye ihtiyacımız var hepimizin.
Tanımadığım bir insanın yanına kurulup
onunla sohbet başlatmaktan büyük keyif alırım. Sohbetin karşı tarafındaki, o günkü talihlim diyelim, o da bir süre
sonra böyle bir tecrübeye nasıl hasret kaldığını fark eder. ‘En son ne zaman,
tanımadığın bir insanla sohbete girip onu tanımaya, hikâyesini öğrenmeye
çalıştın?’ diye sormalıyız kendimize. Birkaç günden fazla olduysa, çıkıp biraz
dolaşmamız gerekiyordur.
- Açıkçası “o günkü talihlin” olduğum için ne kadar mutlu olduğumu bir kere daha belirtmeden edemeyeceğim. Hikâye öğrenmek.. Bunlar çoğumuzun artık vazgeçtiği ya da umudunu kaybettiği şeyler. Bunları duymak, okumak, tıpkı o gün gibi hissediyorum cevaplarını gördükçe. Ne diyeyim, var ol..
Dost A.Ş.’ nin farklı bir dünyası var, yani bir kitabı okurken bir tahminim olur her zaman sonuyla ilgili ya da gidiş yoluyla ilgili. Öncelikle şunu belirtmek istiyorum ki gidiş yolu hikâyenin akışı kendime; “al bakalım çok bilmiş hiç de düşündüğün gibi değil” de dedirtti, heyecandan “aaa!! yaaaaaaa!!!” diye kendi kendime şoktan şoka girdiğim durumlar da oldu. Bu senin yazarlık yeteneğin.
- Açıkçası “o günkü talihlin” olduğum için ne kadar mutlu olduğumu bir kere daha belirtmeden edemeyeceğim. Hikâye öğrenmek.. Bunlar çoğumuzun artık vazgeçtiği ya da umudunu kaybettiği şeyler. Bunları duymak, okumak, tıpkı o gün gibi hissediyorum cevaplarını gördükçe. Ne diyeyim, var ol..
Dost A.Ş.’ nin farklı bir dünyası var, yani bir kitabı okurken bir tahminim olur her zaman sonuyla ilgili ya da gidiş yoluyla ilgili. Öncelikle şunu belirtmek istiyorum ki gidiş yolu hikâyenin akışı kendime; “al bakalım çok bilmiş hiç de düşündüğün gibi değil” de dedirtti, heyecandan “aaa!! yaaaaaaa!!!” diye kendi kendime şoktan şoka girdiğim durumlar da oldu. Bu senin yazarlık yeteneğin.
Uzun zamandır böylesi bir tat almamıştım bir öyküden, ki aldığım notların arasında en çok tek yazdığım şey “okurken yaşadığım şaşkınlık” olmuş…
Dost A.Ş., okuyucuyu şaşırtabilmek
için dolambaçlı yollara sokan bir roman değil. Doğrusal denebilecek bir olay
akışı var. Okuyucunun şaşırdığı noktalar, genelde doğal halini görmekten
kaçındığımız durumlarla ilgili. Hep gözümüzün önünde olan ve hep yanından
geçerek, üzerinden atlayarak görmezden geldiğimiz dünyayı olduğu gibi
algılamaya kalktığımızda hepimiz şaşırıyoruz. İnatla tekdüzeleştirdiğimiz
yaşamlarımızın özünde böyle olmamak için can attığını görüyoruz.
Yazarlık konusuna gelirsek, okurların
kitabın kurgusuna güvenebileceğini söyleyebilirim. Yani, ‘yazar’ kelimesi bana
bir beden büyük geliyor sanki. Yazdıklarımın edebi bir değeri olduğunu
düşünmekte zorlanıyorum ama en azından kurgu ve hikâye konusunda insanların
tatmin olabileceği görüşündeyim.
- Burada merakım devreye giriyor ve eşinden söz etmek istiyorum; tanıştığımızda sohbetimizi o hâle getiren etkenlerden belki de en önemlisi sevgili eşinin hayatındaki yeriydi, peki o Dost A.Ş.’yi ilk okuduğunda ondan nasıl bir yorum geldi?
- Burada merakım devreye giriyor ve eşinden söz etmek istiyorum; tanıştığımızda sohbetimizi o hâle getiren etkenlerden belki de en önemlisi sevgili eşinin hayatındaki yeriydi, peki o Dost A.Ş.’yi ilk okuduğunda ondan nasıl bir yorum geldi?
Eşim, yazdığım her şeyin ilk
eleştirmeni ve benim en iyi kılavuzumdur. Benden çok daha iyi bir okurdur;
hataları bulur, yanlışları gösterir. Onun gibi bir eleştirmenim olması, benim
en büyük güvencemdir. En başta onun desteği olmasaydı, bu işe hiç girişemezdim.
İlk okurum olduğundan, Dost A.Ş.
konusunda eşimin görüşü önemliydi. Kitabı yazarken sadece Dost A.Ş.’yi
kavramsal olarak biliyordu. İlk taslağı hazır olduğunda, hikâyeyi okudu ve
beraberinde çok sayıda düzeltme önerisiyle birlikte onayladı.
- Bazen bir soru sormuş oluyorum o arada
aklımda olan farklı bin sorunun cevabına dokunur cevaplar geldiği oluyor. Bu da
öyle bir an oldu galiba, yine.
Dost A.Ş.’yi okurken ilgimi çeken kısımlardan biri de -hangisi çekmedi ki demekle beraber- sözünü ettiğiniz konularla ilgili sahip olduğun bilgiler. Yani bu söz gelimi bu bir çizgi roman hakkında da böyle plak koleksiyonculuğu hakkında da ve çok ilgimi çeken ve mutlu eden bir şekilde resim sanatı tarihi hakkında da,
Plakları hikâyenin bir parçası yapma
fikri, onlarla ilgilenen dostlarımın sohbetlerini dinlerken çıktı. Çizgi
romanlar ise benim ilgi alanım. Elbette, bol bol ders çalışmam gerekti.
Özellikle geçtiğimiz yüzyılın plak tarihçesi beni de şaşırttı. Kendime ait bir
plak koleksiyonum olmasa da artık plak severlere saygı duyuyorum.
- Burada hikâyenin içinde aslında okuyucuya verdiğin ve bana da işte bu dedirten bir kısım var ki günümüz yapaylığı ve teknolojiye olan bakış açın,
Bu konuda, okuyucunun zihninde romanın teknoloji karşıtı olduğu gibi bir düşünce oluşabilir. Aslında hem romanın anlatmaya çalıştığı hem de benim kendi görüşüm teknolojinin artık insanlardan ayrılamaz bir parça olduğu ve müthiş bir nimet olduğu. Sorun, bizim teknolojiyi kullanma şeklimizle ilgili. Eskiden İnternet gerçek dünyadan bir kaçıştı. Artık, gerçek dünya İnternet’ten kaçış demek.
Bir Elektrik-Elektronik Mühendisi ve
teknolojiyle yaşayan bir insan olarak, teknolojiye bağlılığımızın artmasından
memnunum. Ancak teknolojiye bağımlılık ayrı bir şey. Artık
literatüre geçmiş olan, Olanları Kaçırma
Korkusu (FOMO), çoğumuzun içinde çoktan yer etmiş bir korku. Başkalarının
sosyal medya hesaplarını takip etmek artık depresyon sebebi kabul ediliyor.
Sosyal medyada herkes kendini bir
başkası gibi göstermeye çalışıyor. Facebook’ta herkes daha sosyal, Instagram’da
herkes daha güzel, Twitter’da herkes daha düşünceli. Sırf fotoğrafını çekip
hikâyemize eklemek ve insanlara göstermek için paramızın yetmediği eşyalar
alıyoruz. Daha çok beğeni almak veya daha fazla takipçi edinmek için yalan
söylüyor, dolaplar çeviriyoruz. Kendimizi olduğumuzdan daha havalı göstermek
için müthiş çabalar harcıyoruz.
-
Tam da burada Engin’e sevgiler demek
istiyorum. Ve tabii ki belirtmek istediğim bir nokta da okuyucuyu çeken bir
yazım tarzın olduğu, dostlukla ilgili; “…Hâlbuki günümüzde, iyi bir plak veya
iyi bir arkadaş bulmak oldukça zor. Dahası, her ikisi de onları her köşe
başında bulduğumuz zamanlara göre yıpranmış, keskinliğini kaybetmiş ve kırılgan
hâldeler. Bu durum plakları da iyi arkadaşlar gibi gittikçe az bulunur ve daha
değerli yapıyor…” dediğinde bunun yarattığı etki gibi mesela.
Plaklar da insanlar gibi: Manyetik
alanlardan, güneş ışığından ve zamandan kötü etkileniyorlar. İnsanların farkı,
her ne kadar uzun vadede kötü etkilenseler de yaşamak için bunlara her gün
ihtiyaç duyuyor olmaları.
Yazım tarzına değinmek gerekirse, bu
konudaki çabam, en azından hakkını verebileceğim bir edebi yetkinliğe ulaşana
kadar, üslubumu mümkün oldukça yalın tutmak yönünde. Belki sonraki romanlarımda
daha incelikli, daha ‘edebî’ bir dil kullanırım, bilmiyorum. Ama şimdilik
odağım anlatılan hikâye ve kurgu. Bu bakımdan, romanlarımın en basit tanımıyla
‘yalın’ bir anlatımı olduğu söylenebilir. Bu, okuyucuyu hikâyeye yoğunlaştırmak
için seçtiğim bir yol diyelim.
-
Yaşamakla ilgili günümüz insanında ya da en azından bizim yaşadığımız
coğrafyada ciddi problemlerimiz var. “Yaşama”
nın ne olduğunu karıştırıyor ve unutuyoruz. Bunun için Dost A.Ş. özel bir yere
sahip ki “yaşamak” ile ilgili biz
okurlarına verdiğin iki önemli mesaj var ; “Ölüm hariç her şey hayattır” ve “Aslında hayat yeterince uzun. Ama biz hep zaman öldürecek şeyler
peşinde koşuyoruz; zaman bizi öldürene kadar…”,
Toplumsal yapımızın ve modern dünyanın
bize dayattığı bir hayat tarzı var: Bütün ömrümüzü kendimizi ‘garantiye almak’
için harcamamız gerekiyor. Bu, bizi tamamlamayacak eşyalar almaya, gitmek
istemediğimiz yerlere gitmeye, görüşmek istemediğimiz insanlarla görüşmeye ve
bizi mutlu etmeyecek bir yığın işi yaparken mutluymuş rolü yapmaya zorlayan bir
hayat yaşamaya zorluyor.
Gerçekten ne istediğimizi sorgulamadan
geçiştirdiğimiz günler, haftalar, aylar oluyor. Hep gelecekteki bir olaya
odaklanmış hâlde yaşıyoruz; ‘şu da olsun her şey tamam olacak’ dediğimiz bir
şeyleri bekleyip duruyoruz.
Normal bir dünyada iş günleri boyunca
çalışıp, tatil günlerinde yatmamız gerekir. Ancak artık iş günleri boyunca
yatıp, tatil boyunca yapabildiğimiz kadar etkinlik yapmaya çalışıyoruz.
Buradaki sorun, onca geziyi ve etkinliği kendimiz için değil, başkalarına
göstermek için yapıyor olmamız. Biraz ana odaklanmamız gerekiyor; geçmişi
geçmişte bırakıp, geleceği geleceğe bırakıp, şimdiye odaklanmamız gerekiyor.
Mutlu ya da anlamlı bir hayat yaşamak
için her şeyi satıp bir dağ evine yerleşmek veya dünya turuna çıkmaya
ihtiyacımız yok. Sadece, başımızı kaldırıp etrafımızda olan biteni tüm
gerçekliğiyle tecrübe etmemiz yeterli. Hepimizin bir sebebi, bir anlamı var.
Dost A.Ş., bunu göstermeye çalışan bir şirketin hikayesi.
Hikâyedeki Murat’ı düşünelim örneğin: Kendi şirketi olan, parası, itibarı,
saat gibi işleyen bir rutini olan bir insan ama kendi de farkında ki hayatı
olması gerektiği gibi değil. ‘Şu da olsun her şey tamam olacak’ dediklerinin
arkasının hiç kesilmeyeceğinin içten içe farkında. Çoğumuz öyle değil miyiz?
Ama çoğumuz Murat’ın yerinde olmanın
bile yeterli olacağını düşünürüz.
- Açıkçası ben Murat’ın yerinde olmak istemezdim ama söylemeden edemeyeceğim, hepimizin içinde bir Murat var aslında. Burada sormak istediğim bir soru şu ki sen -şu anki sen olmasan diyeyim- Dost A.Ş.’nin bir müşterisi olmak ister miydin?
Sanırım, Dost A.Ş.’nin gerçek olduğu
bir dünyada, ben bir kurum çalışanı olmak isterdim. Her açıdan tatmin edici bir
iş gibi görünüyor. Ya sen?
Eğer bu şekilde bir kuruluş olsaydı ve sevdiklerim ihtiyacım olduğuna inansaydı ben bir Dost A.Ş. müşterisi olmak isterdim ya da arkadaşlarıma bu deneyimi yaşatmayı çok isterdim. Şimdi bunu Dost A.Ş.’yi okutarak yapmaya çalışacağım. Ellerine sağlık, bu eseri yazdığın için, zaman ayırdığın ve bu röportajı yaptığın için çok teşekkür ederim…
- Ben teşekkür ederim. Tanıştığımıza
çok memnunum. Dostlarınız hiç eksilmesin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder