Yeni röportajımızı kiminle mi yaptık? Ünlü korku hikayeleri
yazarı Mehmet Berk Yaltırık ile! Tarihle korkuyu harmanlayan bu nadide
değerimizi daha yakından tanıyalım istedik… Kendileri bizi kırmadılar, sıkıcı
sorularımıza üşenmeden sabırla cevap verdiler… Kendilerine çok teşekkür ederiz…
Lafı uzatmadan sizleri Mehmet Berk Bey ile baş başa bırakayım…
Korku hikâyelerinizle tanınan bir yazarsınız… Bu alana
yönelmeniz nasıl gelişti? Neden korku?
–Korkunun kendine has bir cazibesi olduğu düşünülebilir.
Doksanlı yıllarda televizyon kanallarında korku filmi kuşakları ve paranormal
içerikli televizyon programları olurdu.
Bazı yayınlanan çizgi filmler de korku
temalarının parodilerini işlerdi. Buradaki temalar, kurgu ve hikâye olarak hep
ilgimi çekerdi. Aile içindeki bazı anlatılar, hikâyeler de merakımı çekerdi.
Bunları araştırmaktan ziyade kurgu içinde değerlendirmek, hayal kurmak bana hep
eğlenceli gelmişti. Araştırdığım şeyler de motifler ve anlatılar olurdu.
Hikâyelerin peşindeydim. İnternete bulaşınca yerli yabancı bulunabilecek her
siteyi sömürmek, yeni çevrilen kitapları beklemek, yerel konulara temas eden
kültürümüzden yazarların ortaya çıkışına tanıklık etmek derken başka etkenler
de bu ilgiyi hep besledi. Düzenli yazmaya başladığımdan itibaren de elim hep bu
türe kaydı. Başka türlerde de yazdığım oldu ama dehşetli mevzulara yönelik
ilgim hep sürecek muhtemelen. Bana daha eğlenceli geliyor. Hayal edip
kurgularken hissettiklerimin okura da sirayet ettiğini düşünüyorum.
Yazılarınızda tarihi verilere çokça yer veriyorsunuz. Bu
durumun hâsıl olmasında illaki bir tesirin olduğunu düşünüyorum… Korkuyla
tarihi harmanlayıp bir hikâye çıkarmanıza ne gibi durumlar sebep oldu?
–Tarihin ilgi alanlarımdan biri olmasıyla alakalı. Meslek
olarak yönelmeden önce de tarih hem ilgi alanım hem de bir kariyer planlamam
olmasa da gelecekte savrulmayı hayal ettiğim mecraydı. Tarihin hikâye gibi
anlatılması, insanların ve devletlerin tabiri caizse maceraları ilgimi çekerdi.
Tarihi temalı hikâyeler ve kurgular sevdiğimden, korkulu kurgular hayal ederken
bunları hep eski dönemlerin, eski insanların bir parçası olarak düşünmeye
yöneldim. Yerli korkuya yönelik arayışım yazma tarzımı şekillendirirken tarih
de kendisine yer buluyordu. İlk yazdığım senelerde, “Selçuklu döneminde sürekli
garip tılsımların peşinde dolaşan üç gulam olsa ne olurdu”, “Eflak seferinde
bir grup akıncı tekinsiz bir mekâna girseler neler yaşardı” gibi hikâye
temaları dolaşırdı aklımda. Bilindik hikâyeler ve kurgular, bu topraklarda
yaşansa, aşinası olduğumuz insanların başına gelse neler olurdu? Yerelleştirme
ama özgün dokuyu da arama çabamla alakalı. Bunun bir de kurguyu inandırıcı hale
getirme boyutu var. Eski tabirler, terimler, unutulmuş yer isimleri, eskiyi
çağrıştıran aksanlar ve yöresel deyişler dehşetin dozunu arttırıyor, okuyanın
adapte olmasını, o atmosferi hissetmesini sağlıyor. Bir hikâyeyi daha korkutucu
yapmak için başına: “Bu gerçekten yaşandı” diye yazmak yerine bu intibaı
uyandırmayı, ima etmeyi, hissettirmeyi seviyorum.
Hikâyelerinizde tarihsel verilerin bulunmasını şöyle
yorumlamıştım: İnsanlar bilmediklerinden korkarlar. Ve çoğu insan tarihi bilmez
üstelik sıkıcı bulur… Tabii olarak okur tarih ile korku bir araya gelince daha
korkunç deyim yerindeyse ürpertici bir manzarayla karşı karşıya geliyor. Bu
manzara da ona daha cazip geliyor…Sizce de öyle mi?
–Bu tamamen tarihin aktarımıyla alakalı. Sadece hatıratları
ve mektupları okusanız, arka planda da hayli hareketli bir dönüşüm, olay olsa
bile tarihi öğrenmek, anlamaya çalışmak, araştırmak meşakkatlidir. Bununla
birlikte hikaye tarzında aktarmak, okuyanın/dinleyenin ilgisini uyandırmak da mümkün.
Tarihi detaylar korku anlatılarına gerçeklik etkisi katıyor. Kurgu olduğu çok
açık bir metin, zihni bir anlığına yanıltıp okurun adapte olmasını sağlıyor.
Dönemi çağrıştıran deyişler ve mümkünse aksan da bu etkiyi perçinliyor.
Çalışma düzeninizi merak ediyorum. Hangi sıklıklarla yazı
yazıyorsunuz? Sürekli okumalar yapar mısınız?
– Kırım Haber Ajansı’nda Türkçe sayfa editörüyüm. Haber
düzeltileri ve takibinden kalan zamanlarda diğer işlerle ilgilenebiliyorum. Bu
da çoğunlukla uykudan ve gezip tozmadan feragat etmeyi gerektiriyor. Okumak hem
işimin ve ilgi alanlarımın parçası hem de severek yaptığım bir şey. Eğitimimle
ilgili veya merak ettiğim, bir kurguda kullanacağım konularla, temalarla ilgili
kitaplar haricinde kafayı dağıtmak için okuduğum kitaplar da oluyor. Günde en
az üç-dört saati yazmaya ayırmaya çalışıyorum. Ya o ay göndereceğim hikâyeler
ya da roman çalışmaları. Eskiden neredeyse her ay birkaç hikâye yazabiliyordum
artık o kadar vaktim olmuyor. Basılı çalışmalara ağırlık verdim. İzinli olduğum
günlerde tüm günü okumaya yazmaya hasredebiliyorum, kalan zamanlarda da
vakitlerden kısa kısa. İnternette makale, haber takibi dışında yeni yazmaya
başlayan veya hali hazırda yazmakta olan arkadaşlarımla birbirimize hikayeler
gönderip kritiğini yaptığımız da oluyor. İnsan çalışmaya azmettikten sonra
vakit yaratıyor demek isterdim ama günümüz koşullarında “olabildiğince” demek
durumunda kalıyorum. Yine de yorucu olsa da yaşayışımla ilgili pek pişmanlık
duymuyorum.
Korku ile tarihi biraya getiren insan…
Hikâye yazarken onu tarihle süslüyorsunuz, bazı tarihi
isimlere bu yazılarınızda yer veriyorsunuz… Bu ögeler (isimler ve yerler)
hayali mi yoksa araştırma sonucu eklenen üzerinde durulan şeyler mi?
–Kurgusal isim ve yerler kullansam da belli bir dönemde ve coğrafyada
geçtiğinden orayı tanımam, bilmem gerekiyor. Kendi kurgularım için yazarken
gerekli gördüğüm bir husus bu. Bu takıntım yüzünden 4-5 sayfalık bir hikâyenin
yazılması biraz zaman alabiliyor. Yine de şunu belirtmeliyim bunlar tamamen
kurguya dâhil edilen sos mahiyetinde oluyor. Gerçekçilik hissini temin etmekle
alakalı.
Hikâyelerinizi şahsen milli ve farklı buluyorum.
Meslektaşlarınız bu toprakların uzağında bir tasvirle bizlerle buluşuyor… Bu
durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce sanatta milli olmak önemli bir haslet
mi?
–Şunu belirtmeliyim, eskiden yerel unsurlar bu kadar sık
kullanılmıyordu. Ancak gerek basılı olanlardan gerekse internetten vb. takip
edebildiğim hikâyelere baktığımızda artık tarihi ve yerel unsurların kurguda
yer bulabilmesi, anlatım tarzında da yerelliği yakalayabilmesi söz konusu. Yani
soru okuru biraz yanıltabilir, bu nedenle bu hatırlatmayı yapmalıyım. Sorunun
cevabına gelirsek: Eğer bu coğrafyada, kültürde geçen anlatılar söz konusuysa
yapılanı daha özgün hale getireceği muhakkak. Önemli olan aşinalık hissini
uyandırabilmesi. Bunu karşılıyorsa mesele yok. Edebiyat boyutuyla alakalı
yorumum bu yönde. Ama sanatın diğer alanları veya geneliyle ilgili bir yorumda
bulunmam eksik ve hatalı olacaktır.
Kırım Haber Ajansı’nda
çalışıyorsunuz. İki işi bir arada yönetmek zor olmuyor mu?
–Zor ama zorluğu vakit ve yorgunlukla alakalı. Kitap, makale
okuyamıyorken bile bir konuyu, bir haberi araştırdığım oluyor çoğunlukla.
Öğrenme hep devam ediyor. Tek bir işe kanalize olup o yönde üretim vs.
yapabilmek günümüz koşullarında pek mümkün değil zaten.
Bir şeyler üretme sevdasında olan biz gençler size
imreniyoruz… Ve bu noktaya gelişinizi merak ediyoruz. Mehmet Berk Yaltırık bu
seviyeye gelene kadar (popüler dergilerde yazıp kitaplarda çıkarana dek.) ne
gibi zorluklar yaşadı? İdealleri olan genç yazarlara bu tür konularda
tavsiyeleriniz nelerdir?
–Çok ahkam kesebileceğim bir mevzu değil ama kendi açımdan,
kendi yaşantımla ilgili söyleyebileceğim birkaç şey var. Bir kere arka plana ve
altyapıya dikkat etmek lazım. Ben düzenli yazmaya ve yazdıklarımı yayınlamaya
2010’da başladım. Bundan önce de yazdığım, not aldığım en önemlisi araştırdığım
şeyler vardı. Hikâye ve roman taslak dosyalarımın çoğu 2010 öncesindeki
okumayla, araştırmayla geçen dönemlerden kalmadır. Öğrenciyken tiyatro dışında
ilgilendiğim, insan içine karıştığım pek meşgale yoktu. Aklıma estiğince bir
şeyler okumak, hayal kurmak daha eğlenceli gelirdi. Fark etmeden bilgiye
yatırım yaptım. 2010 öncesinde internette yayımlanan yazılarım vardır. Bunlar
Frpnet’te çıkan ve vampir inanışlarıyla alakalı notlarımın toplandığı yazılardı
(2006-2009 arası sanırım). Bugün yazdığım hikayeler ve en son Karakum
Yayıncılık’tan çıkan Türk Kültüründe Vampirler adlı kitaptaki tarih notları da,
İthaki’den çıkan Yedikuleli Mansur başta olmak üzere roman çalışmalarımda, hep
o notlar topladığım, okuduğum dönemlerin eseridir. 2010’dan önce bilgiyi
kovalarken, 2010’dan sonra kurguya da kovalamaya, sürekli yazmaya, farklı okur
kitlelerine ulaşmaya, işime yarayabilecek eleştirileri ciddiye almaya gayret
ettim. Zannımca okur özgün ve kendinden bir parça bulabildiği için yazdıklarımı
sevdi. Yazacaklarımı da merak etmeye başladı. Bu bir yoruma göre belki sosyal
hayattan kopup belli konulara gerektiğinden fazla odaklanmamla alakalıdır
bilemiyorum. Ancak yazma hevesi olanlara yazmayı ve okumayı salt hobiden
çıkarıp yaşamlarının bir parçası haline getirmeleri gerektiğini söyleyebilirim.
Çalışmak ve hevesi sürekli hale getirmek kadar, ilgilenilen konuları güncel
olarak takip edip yeni yazanları, yazmakta olanları izlemek, mümkünse
yazdıkları hikâyeleri yorumlamak çok önemli. Bunlar elle tutulur ödüller,
başarı, şöhret vermese bile insanın yaşayışını, hayata bakış açısını
değiştiriyor. Sadece kendini ifade etmek için dahi olsa bunun önemli olduğunu
düşünüyorum. Bir diğer husus da şu: Yaptıklarınız ilk elde garip ve tuhaf
karşılanabilir. Bizzat kendi çevrenizin muhalefetiyle karşılaşabilir insan. Ben
hep ne yaparsam yapayım başkasının hoşuna gitmesi, beğenilerine hitap etmesi çekincesinden
çok kendi hissettiğim, düşündüğüm şekilde yapmaya çalıştım. Elbette ki
insanların beğenilerini, estetik kaygılarını dikkate almanız gerekiyor ama
herkesi tamamen memnun etmek de kabil değil. Ben azami şekilde hayal ederken
çok eğlenceli vakitler geçirirdim. Okunurken de aynı hissi okurun fark etmesini
isterdim. Bu yönde çalıştım.
Bizi kırmadığınız için çok teşekkür ederiz… Var olun!
–Rica ederim…
Söyleşen: Cemal Bertaş
* Bu söyleşi daha önceden Cemalen'de yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder