1989 Bulgaristan Türklerinin Göç Hikayeleri


Göç, tarih boyunca insanlığın kaderine yazılmış kaçınılmaz bir olgudur. Coğrafya kader olduğu kadar göç de yazgısı kolay değiştirilemeyen hayatiyetin devamlılığı için zorunlu bir seçenek olmuştur. Bazı kavimler zorunluluğun kapıya geldiği zamanlarda tehdit unsurlarına göçle cevap verirken, Türkler gibi bazı milletler için de yer değiştirme geçmişten günümüze bir yaşam biçimi halini almıştır. Hatta Türkler için atlı ve göçebe gibi hareketi simgeleyen sıfatlar sık sık kullanılmıştır. Fakat günümüze gelindiğinde uzun yıllar toprakla aralarında emsalsiz bir bağ oluşturan Türkler, yaşadıkları yere kendi damgalarını vurmuş, vatan belledikleri mekânı içselleştirmiş, farklı coğrafyaları ise gurbet olarak yaftalamıştır. Artık Türklük için vatan toprağı can damarı haline gelmiştir. Bu yüzden yaşanılan toprak parçasından zorunlu kopuş Türk milleti için sadece basit bir göç değil, hayat veren bir unsurun kaybı denginde bir etki yapmıştır.

Özellikle 20. yüzyılda sıkça görülen Türk göçleri çoğu zaman sürgün şeklinde kendisini göstermiştir. En son 1989 yılında Bulgaristan’da boynu bükülen Türklük, göç olgusuyla acı bir şekilde karşılaşırken garipliğe düçar olmuştur. Anavatana misafir olan binlerce soydaşımız öz vatanından koparılmış, Balkanların Türk kimliği bu sayede tamamen silinmek istenmiştir. Bulgaristan’da soydaşlarımızı göçe götüren kötü şartların ezici ağırlığı ise çekilen çilelerin oranında tarif edilemez bir hal almıştır. Bu sıkıntılı sürecin edebiyatımızda özellikle de akademik camiamızda akislerini tam manasıyla gördüğümüz söylenemez. Gülbahar Kurtuluş’un Karakum Yayınları’ndan çıkan “1989 Bulgaristan Türklerinin Göç Hikâyeleri” isimli eseri ise; hem edebi hem de akademik olarak, 1989 yılında yaşanan elim göçe götüren süreci çok iyi anlatmıştır.

Gülbahar Kurtuluş, 1989 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan bir ailenin çocuğudur. Bu bilgi bile olayın dışarından değil, tam anlamıyla içeriden bir gözle değerlendirildiğinin kanıtıdır. Kaleme sarılan her tarihçi çoğu zaman ele aldığı olayın süjesi olmaktan uzaktır. Fakat Gülbahar Kurtuluş olayların merkezindeki konumunu netleştirir tarzda, kendi milletine, hemşehrilerine ve ailesine olan borcunu ödemek kabilinden, eserini kaleme almıştır. Bu sayede üzeri küllenen bir ateşin zamanında yaktığı yüreklerin acısını okuruna hissettirmek isteyen Kurtuluş, lisans eğitimini tamamladıktan sonra lisansüstü çalışmasını Bulgaristan göçleri paralelinde şekillendirmiş ve karşılaştığı acı göç hikâyelerini sözlü tarih denemesi olarak yüksek lisans tezi şeklinde akademik camiaya sunmuştur.

Eserin kaleme alındığı sözlü tarih metodu bilim camiasında son zamanlarda etkisini arttırmış olan bir yöntemdir. Zira yazılı belgeler kadar, günümüzde sözlü bilgileri de kayda geçirecek alternatif yollar, teknolojiyle beraber etkisini arttırarak ortaya çıkmıştır. Artık sıradan insanların yaşamlarını ve yaşadıklarını kolayca kayıt altına almak mümkündür. “Yaşayan tarih” sıfatına kavuşmuş insanların bu yönlerinin yazılı forma dönüştürülmesi ise zamanla sözlü tarih uygulamalarının ilmi camiada yer tutmasına neden olmuştur.[1] Gülbahar Kurtuluş da buradan yola çıkarak, göçe kadarki süreci yaşamış insanların hikâyelerini sayfalarına taşımıştır[2].

Eserin sadece gerçeklerden uyarlanan bir hikâyeler derlemesi olduğunu söylememiz mümkün değildir. Zira kitap şeklinde ele alınan eser, öncesinde bilimsel bir mecrada savunulmuş yüksek lisans tezidir. Akademik vizyonunu her şekilde hissettiren eserin bu ciddi duruşunun aksine sözlü ifadelerine başvurulan insanların anlatımları gayet sıcak ve samimidir. Akademik tempoda seyreden anlatının içerisinde dönemi gören gözlerin birinci elden ifadeleri, esere ayrı bir albeni katmaktadır. Ek olarak sözlü ifadelerine başvurulan şahısların anlatımında dönemin sosyal ve siyasi havası tüm detaylarıyla ortaya çıkmaktadır.

Sözlü tarih uygulaması kullanılmadan önce eserin akademik temeli iyi bir şekilde inşa edilmiştir. Bulgaristan’dan göçe gelinceye kadarki tarihi süreçler doygun akademik temelle kaleme alınmıştır. Zaten ele alınan tarihi bir olay ise, bu olayı meydana getiren ortamın resmin tamamını gösterir tarzda ele alınması gerekir. Zira atlanılan bir ayrıntı, sukut edilen bir mevzu, olayın tarihten kopuşuna neden olur. Buna bağlı olarak okur için verilen bilgi tarihte gerçekleşen binlerce olay gibi kendiliğinden tarih havzasında filizlenen, sonrasında kuruyup yok olan basit ve sıradan bir anlatıya dönüşür. Oysaki Kurtuluş, eserinde 1989 göçünü tetikleyen hadiseleri neden-sonuç bağlamında birbirine çok iyi bir şekilde bağlayarak sunar.

Temeli bilgiyle inşa edilen göç hadisesinde beyanatına başvurulan insanların söylevleri her ne kadar en saf haliyle sunulmuş olsa da bu söylevler de yine yazarın yorumuyla desteklenmiştir. Bu sayede gündelik dille kayda alınmış her bilgi, resmi tarihi dayanaklarla kanıtlanmıştır. Özellikle göçün demografik ve istatistiki veriler aracılığıyla ortaya koyulması, olayın tarihsel gelişimini daha net bir şekilde göstermiştir. Yine yazarın akademik dili daha çetrefilli hale getirecek bir yaklaşımdan kaçınması, açık ve anlaşılır bir Türkçeyle yorumlarını sunması,  eserin geniş bir tabana hitap etmesinin önünü açmıştır. Satır aralarında göze takılan yazım ve imla yanlışlarının ise eserin kalitesine halel getirmemekle birlikte, dikkatli ve hassas okurları rahatsız etme olasılığı vardır.

Kabaca üç bölüm halinde kaleme alınan eser genelden özele doğru bir yönelime sahiptir. İlk bölümde Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçün tarihsel süreci ele alınmıştır. Bu bölüm vasıtasıyla 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’yla başlayıp, 1989 Göçü’ne kadar devam eden Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç trafiği incelenmiştir. İkinci bölümde Bulgaristan Türklerine yapılan asimilasyon politikaları ve göçe zorlayan sebepler görüşmecilerin söylevlerine başvurularak sunulmuştur. Bu kısımda işkencelere maruz kalan, Türk ve Müslüman kimlikleri silinmek istenen soydaşlarımızın yaşadığı dramatik anlar kendi söylevleriyle iç parçalayıcı bir şekilde verilmiştir. Örneğin 4. görüşmeci ile yapılan mülakatta bu serzeniş çekilen çilelerin özeti gibidir: “Yıldırdılar, insanları yıldırdılar. Bırakın Türkçe konuşmayı, Türkçe düşünmek, Türkçe gülmek bile yasaktı yani (s. 121).” Üçüncü bölüm ise göçe odaklanmış; göç sonrası dönemin siyasi, sosyal, iktisadi etkileri üzerinde durulmuş; göç edilen bölgelerden biri olan Bornova örneği üzerinden alan çalışması yapılmış ve araştırmanın sonucu sayfalara taşınmıştır.

Eserin inşa edildiği temelin malumat açısından iyi bir kaynakçayla beslendiğine şüphe yoktur. Özellikle bâkir bir alan olarak değerlendirilebilecek göç konusunda fazla eserin verilmediği malumdur. Ortaya koyulan akademik çalışmalar ise yazarın kullandığı kaynakça ile kendisini göstermektedir. Bu manada eserin, odaklandığı bâkir meseleyi besleyen kaynakları afişe ettiği söylenebilir. Ayrıca konuyla ilgili sağlam kaynakları arkasına alan eserin iyi bir kaynak hüviyetine kavuştuğu da rahatlıkla öne sürülebilir. Öyle ki eserin özgün bir çalışma olması ve farklı bir yöntemle şekle şemaile kavuşmasının, ileride yapılacak olan çalışmalara hem yöntem açısından rehber vazifesi görmesini hem de ortaya koyulacak yeni çalışmalarda kaynak görevi görmesini sağlayacağı tahmin edilebilir. Kısaca, ilgili alanın yeni bir yöntemle özgün bir eser kazandığı aşikârdır.

Sonuç olarak; tarih, basit manada mazidir. Ve geçmişte kalan her şeyin üstüne katman katman yıkılan zamanın kalın perdeleri maziyle olan irtibatı yavaşlatır. Boz bulanık bir görüntü ile geçmişi görmek isteriz. Fakat bazen hiçbir şey belirgin değildir. İstek bir yana, bazen insanın kendi geçmişi bile hafızanın alt katmalarında kendi haline bırakılmış şekildedir. Oysaki bazı yaşantılar unutulmayacak kadar ibret vericidir. Bir millete, bir kimliğe, her şeyden öte bir insana yapılan kötü muameleler unutulmamalıdır. Tarih hatırlatır ve unutturmaz. Günümüzde her ne kadar tarihe ilgi sınırlıysa da aksi olduğu üzere insanın kimlik hassasiyeti olmadığı kadar aktiftir. Bu nedenle kimliğe yönelmiş tehdidin etnik hafızanın kıvrımları arasına kazınması zaruridir. Bulgaristan’da 1989 göçü öncesi yapılanlar bu nedenle her Türk için manidar olmalıdır. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun bir Türk’e yapılan, ve yapılmaya devam edilen kimlik düşmanı hareketlere milli bilinçle karşı koymak için geçmişte yapılanları unutmamak ödevdir. Gülbahar Kurtuluş hatırlatıyor. Hatırlamak isteyene…

Zafer Saraç


[1]Detaylı bilgi için http://myweb.sabanciuniv.edu/sozlutarih/tr

[2]Eserde 39 görüşmeci ile mülakat yapılmış olup, her görüşmeciye ait mülakat direkt yazıya dökülüp paylaşılmıştır. Görüşmecilerin isimleri verilmemiş, her görüşmeci numarayla kodlanmıştır.

* İlgili yazı http://www.kitapsuuru.com/ sitesinden alınmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder