Söyleşen: Birce Yazıcı
Öncelikle şöyle başlamak istiyorum. Çalışmalarınızla
Türk tarihine en çok katkı sağlayan hocaların başında geliyorsunuz. Türklerin
Kökeni adlı kitabınızın başını okuduğum zaman şunu gördüm; orta ikinci
sınıftayken sevgili Bahaeddin Ögel’in Büyük
Hun İmparatorluğu Tarihi kitabını okuduğunuzdan bahsetmişsiniz. Neydi gencecik
yaşınızda sizin ilginizi çeken? Nasıl başladı bu hikâye?
Açıklaması
çok zor bir soru, açıklaması zor gerçekten. Ortaokul ikinci sınıftayken tabii
ki ilk okuduğum kitap değildi, ilkokul beşinci sınıfta idi ilk okumalarımız; Ziya
Gökalp’in Türkçülüğün Esasları gibi,
o dönemde okumuştuk. Bahaeddin Ögel’in kitabını çok ağır olduğu için
söylemiştim.Hatta daha ağırı var; Özkan İzgi’nin örneğin Kutluk Bilge Kül Kağan - Bögü Kağan ve Uygurlar kitabı. O da
ilkokul beşinci sınıftayken, satın alarak kitapçıdan, okuduğum bir şeydi. Sevgi
diyeyim, açıklaması zordur bazı şeylerin. Aşk yaşanır, anlatılmaz türü bir
cevabı belki olabilir bunun.
Çalışmalarınıza baktığımız zaman gördüğümüz
şey öncelikle farklılık. Yani cevaplanmayı bekleyen sorular üzerine gidiyorsunuz.
Bu Türklerin siyasi tarihinden ziyade toplumsal hayatı da oluyor, bu Doğu
Avrupa tarihi de oluyor, Avrupa tarihindeki sıkıntılı konular da oluyor.
Bir
şey yazacaksam soruyu kendime sorup cevabı kendim vermeliyim, merakımın peşinde
koşmalıyım. Öbür türlü yazmak için yazmak gerçekten kötü bir şey. Hiç öyle bir
çalışmam yok, öyle bir duruma da düşmedim. Merak ediyorum, peşinden gidiyorum, kovalıyorum.
Bulduğum zaman, emin olduğum zaman yazıyorum. Fark bundan kaynaklanıyor. Yani
bir yazma görevini yerine getirmek değil, tamamen kendi aradıklarıma cevap
bulabilmek. Ve daha sonra bu cevabı okuyucuyla paylaşıyoruz, onun heyecanını
duyuyoruz; “bakın! buldum buldum! Evreka Evreka!” deyip insanlarla o çocuksu
heyecanı paylaşıyoruz. Bundan ibaret bence.
Şimdi bir mesele daha var, Türklerin ana yurdu meselesi. Biliyoruz
ki -eğitim sistemimiz de böyle-biz Türk çocuklarına ve Türk gençlerine
öğretilen bir sistem var. Ama sizin teziniz bu konuda gerçekten hem aslında ihtiyacımız
olanve “Biz kimiz? Nereden geldik?” gibi sorulara da tam nokta atışı yapan, hem
de çok farklı bir tez, çok ilgi çekici bir tez: Başkurdistan meselesi. Bununla ilgili konuşmak istiyorum.
Bir
fikir ortaya atıldığı zaman dikkat edilmesi gerekir. Bir yapı yapılırken etüdü
yapılır, zemininden başlar çimentosunun yoğunluğuna kadar. Sağlam olması için,
çürük bir tarafının olmaması için. Bu yapıyı yaparken veya sonrasında
yıkılmaması için her şeyi en baştandüşünürüz. Sosyal bilimde bunu niye
yapmıyoruz? Bir teoriyi ortaya koyarken, zayıf yanlarını da düşünmeliyiz. Şimdi
Asya’nın doğusuna gönderilmiş bir Türk’ten bahsettiğimizde peşin sorular gelecektir
cevaplanması gereken.
Sadece
o soruları sordum. Öncelikle, Türkçede tarım terimleri vardır. Bu da eski
Türklerin tarımı başkalarından öğrenmeyip, kendilerinin icra ettiğini, o
ürünlere kendilerinin isim koyduğunu gösterir. Moğolistan’da nasıl bir tarımcı toplum
olur? Kelimelere baktığımızda, o kelimeler Moğolistan’la uyuşmuyor, Altay
Dağları bölgesi ile uyuşmuyor. Tarım yapılabilir bir bölgede olması lazım
anayurdun. En azından bu. Orası Çin’in kontrolünde, Çin’in yüksek bir
medeniyeti var. Dolayısıyla bugün Korece’de olduğu gibi Türkçede de Çince
kelimelerin çok olması lazım. Eski Türkçede Çince kelimeler en az olan
kelimelerdir. Buna karşılık örneğin; Sanskritçe Hintçe kelimeler onun birkaç
katı, daha çok. Niye böyle oldu? Moğolistan’daki Türkler hiç alakasız ve uzakta
bulunan Sanskritlerden, Hintlilerin atalarından kelimeler alıyor ama
yakınlarındaki Çinlilerden almıyorlar. Budizm vs. değil. Bu Budizm’den çok
önceki, Buda yaşamadan önceki döneme ait. Bunların cevaplanması lâzım. Nasıl
bir tezattır, nasıl oluyor bu? Türkçe ile Moğolca ikiz kardeş, aynı aileden
iniyor, aynı annenin çocukları. Üstelik de ayrışmamışlarhep bir yaşıyorlar, bir
aradalar, hem kardeşler, hem aynı evde yaşıyorlar. Türkçe ile Moğolcanın ne
kadar ortaklığı var? Bu ortaklık İngilizce ile Felemenkçe arasındaki kadar
olmasa bile en azından diyelim Litvanca ile Rusça arasındaki kadar olması
gerekir, beklenir. Çünkü kopmadılar, aynı evde yaşıyorlar. Fakat öyle beklediğimiz
gibi bir alaka yok. Moğolca ve Türkçe birbirine uzak diller. Yapısal olarak
tamam, paylaştıkları konular var, bir ortak dil ailesine ait diyebiliyoruz. Fakat
bu yakınlığın derecesi ne? Öyle ikiz kardeşlik falan yok ortada. Öbür taraftan Macarcada
Moğolcada olduğundan daha fazla Türkçe kelime var. Macarca da Türkçe gibi aynı
mantıkta olan eklemeli bir dil, dil mantığı aynı. Açıklamaya, tarihe
baktığımızda Türkler ve Macarların 300 yıllık bir komşuluk dönemi var. Bu 300’ü
de geçmiş, 3000 yıl iç içe yan yana yaşadığımız ikiz kardeşimiz Moğollardan
daha çok kelimeyi 300 yılda yabancı bir kavim olan Macarlara vermişiz. Bunun
mantığının açıklanması gerekiyor. Macarcada at dışındaki bütün evcil
hayvanların yaklaşık, Türkçede ortak karşılığı var; tavuktan, koyundan, keçiye
kadar ve tabi tahıl ürünleri, yani bir köylünün muhatap olduğu hayvan ve bitkilerin
isimleri Türkçe ve Macarcada ortak. Bu Macarlar nasıl ve nereden gelmiş bir
halk idi ki hiçbir evcil hayvanı bilmiyorlar, bitkiyi bilmiyorlar, hepsini Türklerden
öğrenmişler. Bunun dünyada örneği yok. Yani tavuğa herkes kendi dilinde birisim
verir, koyuna keçiye kendi dilinde bir isim verir, arpayabuğdaya isim verir.
Fakat Macarlar dünyada tek istisna. Bu kelimeleri Türkçeden almışlar. Bunun açıklanması
gerekiyor; İlk olarak Moğolca ile ilişkikarşılaştırmalı olarak, ikinci olarak
da Macarlar meselesi, bu nasıl oluyor bunların hiç mi bilgisi yoktu, hiç mi
görmediler, dünyanın neresinden geldiler de ilk kez tavuk gördüler, ilk kez
keçi gördüler, ismini Türklerden öğrendiler. Bunlar cevaplanması gereken sorular.
Öbür taraftan filolojik metinlerde ilginç kayıtlar var. Türklerin batı
denizinin kuzeyinde yaşadıklarını söylüyor Çin kaynakları.
Batı
denizi neresi? Balkaş gölü müdür? Orası göldür, batı denizi Hazar denizidir.
Hazar denizinin kuzeyinde olduğunu söylüyor Çin kaynakları. Çin kaynaklarından hattâ
Çin’in varlığından hiç haberi olmayan Roma dönemi I. yy. Latin kaynaklarında yine
Hazar’ın kuzeyinde Türk adındaki bir kavimden bahsediliyor. Oradaki Türk
kelimesi için; Latincede harflerin yanlış okunmasıbaşka dillerdeki gibi yanlış
yazılması zor, olmaz. Arapçada, İbranicede, Süryanicede bunlar karışır da
Latincede Türk kelimesini yazarken kullandığımız harfler başka harflerle
karışmaz, birbirinden ayrıdır. Şimdi, birbiriyle alakasız Roma ve Çin dünyaları
aynı şeyden bahsediyorlar; Hazar’ın kuzeyinden bahsediyorlar. Bunları hep
birlikte düşünmemiz gerekiyor. Ve eğer Uzakdoğu’ya, Altaylara koyarsak, sorular
geliyor, batıya koyarsak da soruların cevapları geliyor. Bu yüzden taşımakta
bir mahsur yok. Üstelik bir de Türkler kalabalık, eski dönemde başka uluslara
göre kalabalık. Kuru toprakta çok fazla insan büyümez, yetişmez. Moğol bozkırı
veya dağlık Altay bölgesi son derece kurudur, bugün de nüfusları çok düşüktür.
Bu eski devirlerden beri bildiğimiz kalabalık Türk nüfusunu açıklamıyor.
Türklersulak bir yerde türemiş olmalı ki böyle çok geniş alanlara yayılmışlar,
tarihte rol oynamışlar ve gittikleri birçok yerde asimile olmalarına rağmen, bugün
yine çok sayıda Türk var. Tarihte, bugünkülerden çok daha geniş alanlarda
varlar; hâkimiyet kurmuşlar, etnik varlık sergilemişler. Dolayısıyla bunun
açıklaması ilk Türk yurdunun nispeten
verimli bir yer olması gerektiği yönünde olabilir.
Biraz önce Türklerin siyasi hayatından çok toplumsal hayatına önem verdiğinizden
söz etmiştik. Bu noktada Mürdüm’ e de
değinmek istiyorum. Mürdüm çok heyecan verici bir kitap; hem konusuyla çok özel,
hem adlandırılma şekliyle çok özel bir kitap. Onun hikâyesini sevgili İ. Doğukan Dokur ile yaptığınız
söyleşide okumuştum. Bunu sizden de dinlememiz mümkün mü?
Mürdüm, dünyada herhalde türünün örneği olan tek kitap. Bugüne kadar benzer bir şeyi
hatırlamıyorum. Tarz olarak sadece konuşmalardan ibaret
olan bir kitap. Mürdüm akademik bir makale olarak başladı. “İnsanlar neden savaşır?” sorusunun, bozkır savaşçılığının kökleri üzerine bir sorgulama niyetiyle atılmış bir başlıktı. Sonra bu başlık konuşma hâlini aldı, uzadı, planlanmış bir roman değildi hiçbir şekilde. Bir noktaya kadar geldi, orada başka işler girdiği için kaldı. Ve tamamen unuttum böyle bir iş yaptığımı. Yaklaşık 6 yıl geçti aradan, başka bir konuyla ilgili dosyaları karıştırırken bilgisayarda, o hiç yıllardır tıklamadığım dosyaya tıklamış oldum. Açıldı, baktım -demek ki birikmiş içimde- böyle bir şey yazmışım zamanında. Biraz okudum ve devamı geldi, devamı birikmiş bir eser demek ki zamanla. Kurgulamadım, planlamadım; olaylar şöyle gelişsin, böyle gelişsin diye tasarlanmış bir olay değil. Gelmiş ilhamlara dayalı olan bir eser. Evet, siyasi gelişmeler içinde o dönemin toplumunun görünümünü anlatıyor, kriz evresinde olan bir toplumu. M.S. 100 senesi civarında ve Batı Avrasya’da, yine Başkurdistan’da, eski Türk yurdu civarında geçiyor. Onun için yerleşiktir, çadırlar yoktur sanıldığı gibi. Orada yaşanan o olaylardan sonra, tarihten biliyoruz ki bütün Türkler öldürüldü, sadece bir çocuk kurtuldu veya başka bir rivayette iki çift kurtuldudiye biliyoruz. Bu tabi, dramatize edilmiş biçimidir. Biz bundan büyük bir felâketin yaşandığını ve bir kısım insanın kurtulduğunu anlıyoruz, böyle anlamamız gerekiyor bu destanı. Biz de bu destanî bilginin tarihi yönünü oturtmaya çalıştık. Evet, bir tarih kurgusu. Destanı gerçekliğe çevirdiğimizde nasıl görünür? Bunun çabası oldu. Ve geldiği gibi yazıldı. Yani o batıdaki yurttaki son günleri anlatıyor, doğuya doğru olan göçü, ileri doğru gidişlerini anlatıyor. Ve bu bilgi Köktürk yazıtlarında, onların torunları olan Köktürklerin yazıtlarında ileri kelimesini doğu, geri kelimesini batı olarak bize miras bırakmıştır.
olan bir kitap. Mürdüm akademik bir makale olarak başladı. “İnsanlar neden savaşır?” sorusunun, bozkır savaşçılığının kökleri üzerine bir sorgulama niyetiyle atılmış bir başlıktı. Sonra bu başlık konuşma hâlini aldı, uzadı, planlanmış bir roman değildi hiçbir şekilde. Bir noktaya kadar geldi, orada başka işler girdiği için kaldı. Ve tamamen unuttum böyle bir iş yaptığımı. Yaklaşık 6 yıl geçti aradan, başka bir konuyla ilgili dosyaları karıştırırken bilgisayarda, o hiç yıllardır tıklamadığım dosyaya tıklamış oldum. Açıldı, baktım -demek ki birikmiş içimde- böyle bir şey yazmışım zamanında. Biraz okudum ve devamı geldi, devamı birikmiş bir eser demek ki zamanla. Kurgulamadım, planlamadım; olaylar şöyle gelişsin, böyle gelişsin diye tasarlanmış bir olay değil. Gelmiş ilhamlara dayalı olan bir eser. Evet, siyasi gelişmeler içinde o dönemin toplumunun görünümünü anlatıyor, kriz evresinde olan bir toplumu. M.S. 100 senesi civarında ve Batı Avrasya’da, yine Başkurdistan’da, eski Türk yurdu civarında geçiyor. Onun için yerleşiktir, çadırlar yoktur sanıldığı gibi. Orada yaşanan o olaylardan sonra, tarihten biliyoruz ki bütün Türkler öldürüldü, sadece bir çocuk kurtuldu veya başka bir rivayette iki çift kurtuldudiye biliyoruz. Bu tabi, dramatize edilmiş biçimidir. Biz bundan büyük bir felâketin yaşandığını ve bir kısım insanın kurtulduğunu anlıyoruz, böyle anlamamız gerekiyor bu destanı. Biz de bu destanî bilginin tarihi yönünü oturtmaya çalıştık. Evet, bir tarih kurgusu. Destanı gerçekliğe çevirdiğimizde nasıl görünür? Bunun çabası oldu. Ve geldiği gibi yazıldı. Yani o batıdaki yurttaki son günleri anlatıyor, doğuya doğru olan göçü, ileri doğru gidişlerini anlatıyor. Ve bu bilgi Köktürk yazıtlarında, onların torunları olan Köktürklerin yazıtlarında ileri kelimesini doğu, geri kelimesini batı olarak bize miras bırakmıştır.
Burada benim dikkatimi çeken iki husus
daha var Mürdüm’le ilgili araştırma yaptığımda gördüğüm. Öncelikle kendi
merakım baskın geliyor ve şunu sormak istiyorum; “Yiğit olan yârsız olmaz, yârsız olan arsız olur” demişsiniz Hocam.
Gerçekten okuduğumda her yere asmak istedim bu sözü,
Aşk hayatın kendisidir. Gerçeğidir demiyorum, aşk hayatın kendisidir. Başka bir hayat mümkün değildir, hayat tekrar da etmez zaten. Normaldir. Bugün de türkülerimizde vardır aslında; “Yiğit olan gönül yârsız olur mu?” şeklinde… Hayatın kendisine bir gönderme yapıyorum orada. Tabi ki bilmiyoruz o dönemde böyle bir atasözü var mıydı yok muydu? Fakat bu bakış vardı. Her toplumda da vardır.
İkinci husus da şöyle ki; “Türkler
savaşçı değil savaşkan bir topluluktur”
ve “Savaş başka yerlerdeki gibi bir monarkın şan ve şöhreti için değil,
yoldaşlık için baş koymuş halkın doyurulması için yapılırdı” demişsiniz. Şimdi
şöyle bir şey var; “Türkler savaşçı bir toplumdur…”. Bunun avantajını
yaşadığımız kadar -hatta belki daha fazla- dezavantajını da yaşıyoruz. Ve sizin
bu açıklamanız aslında biraz yaraya merhem gibi, bunu biraz daha konuşmak
isterim.
Savaşmayı
çok iyi biliyorlar. Dünyadaki en iyi savaşma kabiliyetine sahipler. Hem şahsî,
askeri kabiliyet olarak, hem beyin olarak; strateji kısmıyla ve teknoloji
kısmıyla. Kullanılan silahlar en ileri silahlar, kullanılan stratejiler en
ileri stratejiler ve kendileri de en iyi yetişmiş askerler. Ve bu toplumun
sadece öyle seçme bir birliği, özel kuvvetlerini ilgilendiren bir konu değil,
toplumun genelinin hâkim olduğu bir konu bu. Ortalama bir insan, bugünkü
anlayışla bir özel kuvvetler mensubu kadar savaşma kabiliyetine sahip. Bu,
onların yaşam tarzının bir getirisi. Fakat böyle olmaları onların sürekli savaşmaları
anlamına da gelmiyor, herkes hayatını kazanmaya çalışıyor. Fakat bozkır
toplumunda çok hassas bir ekonomik denge var, çok çok hassas. Başka yerlerde
kıtlık olduğu zaman başka kaynaklarla telafi edilir. Ama bozkırda örneğin
koyunlar öldüğü zaman, bir salgın olduğu zaman veya otlar büyümediği zaman -yağmur
yağmadığı zaman çok olur-, ekinler kuruduğu zaman yiyecek hiçbir şey yoktur ve
mesafeler çok uzaktadır, yiyecek alınabilecek yerler çok uzaktadır. O zaman bu
dönemlerdekıtlığa sebep olan bir döngü olur-ki 2-6 yıllık ortalama bir döngü
olur meteorolojik olarak-. Bu durumda tek çare ya komşusuna saldıracak ki
komşusu da kendisiyle aynı özellikte ve o da aynı sıkıntıyı yaşıyor. Bunun
çözümü nedir? Daha büyük bir çerçeve, daha büyük bir çatı altında birleşip,
ordu teşkil edip, yerleşik dünyanın kaynaklarından istifade etmektir. Yoksa
savaşa giderseniz ne kadar kahraman da olsanız, kesinlikle kazanacağınızdan
emin de olsanız ölür birkaç kişi… Keyif için savaşmazlar, ihtiyaç için
savaşırlar. Zaten Ak Hunların akın kronolojisine baktığımızda her yıl
saldırıyorlardı diye bir şey yok. “O sene Türkler saldırdı” olarak görürüz kronolojide
sonra bir müddet geçer; “O sene Türkler saldırdı, yağma yaptı”. Bunu yazan
kaynaklar, bunun ekonomik kökenli olduğunun en büyük kanıtıdır. Bunların
hiçbirinde demezler ki Türkler saldırdı ve oranın halkını katletti. Katlederse,
bir daha geldiğindeorada insan bulamayacak, yemek bulamayacak. Oraya saldırır,
doyumluğunu alır ama insanlarına dokunmaz-kendisine karşı çıkanın icabına bakar
o ayrı mesele-, fakat oradaki insanları öldürdüğü zaman altın yumurtlayan
tavuğu kesmiş olacak. Bu yüzden o kaynaklarda, yabancı düşman kaynaklardahi
katliam yaptı demezler, Türkler saldırdı yağma yaptı derler. Biz bundan
anlıyoruz ki, bu saldırıların amacı ekonomiktir, karnını doyurabilmek içindir.
Ya açlıktan ölecek ya da bunu yaparak karnını doyuracak.
Bir de şunu merak ediyorum; Türk
tarihine baktığımızda bir süreklilik var mıdır? Yoksa bu tarihi kopuşlar
üzerinden mi incelemeliyiz Hocam.
Toplumsal
yapı bir süreklilik arz ediyor, bir kesinti yok. hatta, yenilerde bir kitabımın
bölümünde sanırım bahsettim; biz Türk devleti diyerek aslında imparatorlukları
inceliyoruz. Devlet diye incelediklerimizin hepsi imparatorluk. İmparatorluklar
uzun ömürlü olmaz, örneği azdır. Roma bir ayrı olgudur. Ama imparatorluklar
doğası gereği kısa ömürlü olur, değişik parçaları bir araya getirdikleri için. Türklerde
bence devletin karşılığı “budun”dur, “il”dir. Budunlar da uzun ömürlüdür.
Aslında Türk devletleri uzun ömürlüdür. Bir Kırgız, en az 2300 yıldır süren bir
budundur, bugün bir millettir, ulustur. Bu noktadan baktığımızda konu daha
aydınlanıyor. Toplumsal süreklilik zaten var. Hatta çok da umursamıyorlar, büyük
dert etmiyorlar, “il gider töre kalır”, “hayat normal devam eder” diyorlar.
Devlet yıkılır, kurulur, onu da çok dert etmiyorlar. Günlük hayata devam
ediliyor, kendi nizamı içinde. Aslında töre adında bir gizli devlet var,
toplumsal mutabakatla kurulmuş olan. Sadece hanedanlar el değiştiriyor. Bunu
Atsız’ın hanedanların sürekliliği
teorisine getirmek istemiyorum, fakat hayatın sürekliliği var, tarihin
sürekliliği var. Devletin kurulup yıkılması bunda çok büyük bir sarsıntı
meydana getirmiyor. Biz Osmanlı’yı kaybetmiş Cumhuriyet’i kurmuş bir neslin üçüncü,
dördüncü, beşinci kuşağıyız artık. Bu kuşak bir buhran yaşadı devleti
kaybettiği için. Bu, bugünün şartlarına münhasır bir şey. Ama Köktürk devleti
yıkıldığı zaman ancak iktidar sahiplerinin çevresindekilerin böyle bir buhranı
yaşadığını ama genel toplumun “devletimiz yıkıldı” dediğini sanmıyorum. O
yıkıldı, başka bir devlet geldi, hayat devam ediyor. Bu noktada evet, sürekli
bir tarih var.
Son çıkan kitabınız Türklerin İslâmı Kabulü, yine çok tartışmalı bir konu üzerine. Burada Türklerin her zaman ezilenlerin dinini kabul ettiğini ve geçişin çok geç olduğunu söylemişsiniz. Bu gecikmedeki nedenler ve etkenlerden konuşalım mı?
Şimdi
bu ezilenlerin dinini kabul etti için konuşursak; evet bunun bir magazin boyutu
var. Gerçek olaylara baktığınızda, olayları yan yana koyduğunuzda hepsinin de
aynı özellikleri göstermesi şaşırtıcı. Normalde görkemli bir devlet, bir
medeniyet var. Onun etkisinde kalınır, onların kültürü alınır, inancı alınır. Fakat
Türkler Pers’ten, Bizans’tan, Roma’dan, Çin’den inanç almadılar hiç,
umursamadılar, etkilemedi onların inançlarını. Buna karşılık kabul ettikleri
dinleri nasıl kabul ettiklerine baktığımızda gerçekten de zavallı, itelenmiş,
kakalanmış insanların inançları olduğunu görüyoruz, örneğin; Çin’de Budistler
işkenceye uğradığında Budizm'i kabul ediyorlar ve onları koruma altına
alıyorlar. Maniheistler Müslümanlar tarafından Orta Asya’dan kovulduğunda artık
hayatta kalmaya çalışan mani rahiplerini sahipleniyorlar ve dinlerine
geçiyorlar. Musevîlerin durumları ortada, o dönemde yurtsuz, yuvasızlar. Bir kısmı
da Batı Köktürk bölgesine sığınmış, onların dinini kabul ediyorlar. Müslümanlar
Orta Asya sınırına geldiğinde güçlü durumdalar. Türk ülkelerine giremiyorlar. Türklerle
çok böyle savaşları da yok, bir 18-20 yıllık Türgişlerle savaş dönemi vardır.
Onda da Türkler galip olmuştur. Türkler üstün taraftır. Arapların Türkleri
yenmesi, üstün olması, katliam yapması bunlar yok, olmayan şeyler. Ve doğrudan bir
ilişki de yok. Çünkü Araplar bozkıra giremediler. Kolay da değildir bozkıra
girmek, tutunmak. Araplar geldiler, Türkler kabul etmediler. 300 sene kadar
beklediler. Bu arada bu dönemde Türklerin de devletleri yoktu. Batı Köktürk
devleti yeni dağılmıştı. Bu 300 sene durağan bir ortam, bir barış ortamı diyelim,
sürdü. Bu dönemin sonuna doğru Abbasi devleti kademeli olarak zayıflamaya,
hatta parçalanmaya başladı. Merkezkaç unsurları yerel yönetimler de bunların
içinde en önemlisiydi ve bunun nihayeti Samani devletidir; bir vali olarak
atanan kimsenin sonu bir devlet hâline gelmiştir. Yani bir taraftan Abbasi devleti
geriliyor, bir taraftan Türkler artık devletleşiyorlar. Özellikle iki yapı; Karluklar ve Oğuzların ortaya çıkışı ve yükselişi var, imparatorluklar arasında
devlet haline geliyorlar nihayet. O dönemde kabul ediyorlar, Müslümanların
zayıf olup, Türklerin artık güçlü olduğu dönemde kabul ediyorlar. Zaten Yusuf
Kadir Han’ın kabulünde; henüz Müslüman değil, Samani ülkesine yardıma gitmiş
olarak güçlü taraf. Yardıma çağrılmış, Samani ülkesini de tanıyor, bizzat içeride.
Oğuzların durumu zaten ortada, Horasan’a giriyorlar kendilerini durduracak
hiçbir güç yok. Selçuk Bey Müslüman olduğunda ve sonraki süreçte Oğuzlar güçlü,
kimse onları durduramıyor, Gazneliler de durduramıyor, Abbasiler, Büveyhiler,
İran’dakiler, Irak’takiler de durduramıyor. Oğuzlar canlarının istediği yere çok
rahat gidiyorlar. Güçlü durumdalar, güçlü durumdayken İslam’ı kabul ettiler. Karahanlılar
yani Karlukların devleti, onlar da güçlü durumdalar ve güçlü durumdayken
İslam’ı kabul ettiler. Dolayısıyla bu örnekleri yan yana koyduğunuzda, evet, magazinsel
bir tespittir, bunu kabul ediyorum; “Türkler zayıfların dinini kabul etti”. Ama
vaka bu. En azından tersini çok rahat söyleyebiliriz; “Türkler güçlülerin dinini kabul etmedi, direndi”.
Peki, Hocam yeni çalışmalar hakkında
ne düşünüyorsunuz bir değerlendirme yapabilir misiniz? Katkılar nelerdir? Ve
halâ eksik olan kısımlar nelerdir?
Zor
bir soru ama iyiye gittiğine inanıyorum, genel olarak iyiye gittiğine
inanıyorum. Bu ayaklarımızdan tutan geleneksel anlayıştan kurtulduğumuz ölçüde.
Bilim adamı anarşist olmak zorundadır. Bu kasıtlı bir aykırılık değildir,
aykırı olmak için aykırı olmak değildir. Bilim adamı tam bağımsız ve anarşist
olmak zorundadır. Bunu başarabildiğimiz
ölçüde daha iyi ve özgün eserler ortaya çıkacaktır. Öbür türlü geleneksel
yapının kalıpları içinde kaldığımızda, tekrar edeceğiz aynı şeyleri ve
tekrarlar her zaman kalite düşüklüğü getirir. Aynısını sürekli tekrar edemeyiz,
kalite her kademede düşer. Yaşadığımız da bu aslında. Kurtulmaya çalıştığımız
da bu. Bunu başarırsak zamanla kaliteli eserler çıkacaktır. Ki oluyor, süreç bu
yönde ilerliyor. Olumlu yani.
Sizin hayatınızı okurken bildiğiniz
dilleri gördüğümde bir kere daha hayran olduğumu bildirmek isterim Hocam. Bunu
gördüğümde size şunu sormak istedim; Ben bir sanat tarihçisiyim,
araştırmacıyım, akademisyen olma arzusundayım. Benim gibi birçok arkadaşım,
birçok okurunuz ve birçok öğrenciniz var. Bizlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Nasıl bir doğrultuda ilerlemeliyiz?
Bilimsel çalışmalarda araç edinmek gerekiyor. Elimizde alet, edevat, araç ve gerecin olması gerekiyor. Dil benim alanımda gereklidir, Genel Türk Tarihi’nde. Ben sadece o araçları edinmeye çalıştım. Onlar olmadan çalışamayız, iş üretemeyiz. Başka bir alandaki bir arkadaşın çalışma alanında dile ihtiyacı yoksa öğrenip zaman kaybetmesin. Temel olarak bir İngilizce sahibi olması yeterli olacaktır eğer böyle idare edebilecekse. Ama aracı ne ise onu bilmeli ve sonrasında da bunu edinmelidir. Hatta hiç yabancı dil öğrenmeden, bilimi sadece Türkçe ile yapılabilen bir bilimi Türkçe ile yapsın, örneğin Halkbilim gibi. Yöntemi yabancı eserlerden öğrenmek için İngilizce bilmesi yeterli olacaktır. Dil bir amaç değil araçtır, o şekilde görülmeli. Elimizde ne kadar çok araç var ise kitap, bilgisayar, yazıcı, dil de bunlar gibi bir araçtır. Yani, işi yapmamız için ne kadar çok araç gerekiyorsa onları edineceğiz, bu noktadan bakmak lâzım. Yoksa çok büyük marifet olduğuna inanmıyorum. Hiçbirimiz turistlere eşya satan esnaf kadar yabancı dil öğrenemeyiz, bu onun için gereklidir örneğin. Bizim için, bir akademisyen için çok dil bilmek bir ayrıcalık, özellik değildir. Sadece araçlarını edindiğini gösterir. Öbür taraftan merak ettiğimiz alanla ilgili dünyayı tanımamız gerekiyor. Dünyada ne üretilmiş? Biz bir alana girdik, daha önce ne üretildi bilmiyoruz, “buldum! buldum!” diyerek ortaya çıktık, rezil oluruz. Bu daha önce yazılmış, çizilmiştir hatta belki de reddedilmiştir mesnetsiz olduğu için. Bu yüzden araştırma yaptığımız alanla ilgili dünyadaki mevcut edebiyatın ne noktada olduğunu bilmemiz gerekiyor. İlişki budur bence. Bunu yaptıktan sonra mevcut insanlar bu konuda neler düşünmüşler, bunu bildikten sonra biz ikinci kez başka şeylerle meşgul olmuş olmayız. Her şeyden çok tasarruf sağlarız, zamandan tasarruf sağlarız ve daha önce dokunulmamış taraflarına, alanlarına gireriz, daha kârlı olur. Mevcut dünyada ne varsa onu bilmekle başlıyor bilim.
Bu güzel röportaj için, bu şansı
verdiğiniz için çok teşekkür ederim Hocam.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilAraplar geldiler. Ama Türklere karşı katliam yapmadılar. Bu ne demek? Kuteybe unutulmuş galiba. Araplar sırf Türkişlerle savaşmadı. Göktürklerle de savaştı. 711 yılındaki Demirkapı akını bu nedenle düzenlendi. Fuat Köprülü, Semarkant 712 yılına kadar Kuteybe elinde kaldı diyor. Ondan bu şehri Kültigin almış. Ama tabi Kuteybe Semerkant hakimi Akşit Oğuzbek'e öldürmüş. Kültigin Maveraünnehir'deki Kuteybe'nin fethettiği diğer şehir ve kaleleri de almış. Kuteybe Fergane'le ulaşmış, burayı kuşatmış ama, alamamış. Askerleri isyan etmiş, 715 yılında Kuteybe'nin başını kesmişler. Kuteybe Nizek Tarkan'a Tulkan katliamını uygulamış. Bu katliam Gürgenç'te de yapılmış. Bütün kaynaklar, hatta Arap kaynakları bile Kuteybe'nin Türklere uyguladığı katliamdan bahseder. Ayrıca Kuteybe Cürcan'da da bir katliam yapmış. Yok demek çok abes, bir bilim adamına yakışmaz. Türklerden köle ve cariyeler almışlar, Arap ülkelerine göndermişler, on binlerce.
YanıtlaSilFahrettin Bey konuyla ilgili Osman Hocamızın Türklerin İslamı Kabulü kitabını incelerseniz gerekli cevapları bulabilirsiniz. Sayılar
SilÖNCE HERKES SİZİN GİBİ GENÇ DEĞİL BİZLERİ DE DÜŞÜNÜN.HARF KARAKTERLERİNİ BİRAZ DAHA BÜYÜTÜ.EKRANDAN OKUMAK ÇIK ZOR.TÜMÜNÜ KUMA İMKANIM OLMADI.ANCAK ÜRKLERİN BR ANLAMDA TOPLUCA BİRAZ DA ZORLANARAK DİN DEĞİŞTİRMESİNİ DÜŞÜNÜRKEN JEOPOLİTİK SAİK VE İNCELİKLERİ DE HESABA ALMAK GEREKİR DYE DÜŞÜNÜYOUM.U YÜZYILLARDA ASIL TÜRK KİTLESİ FERANE VE ÜSTÜNDE KUZEYİNDE AŞAĞI TÜRKİSTAN DENİLEN COĞRAFYA DA DAHA ÇOK PAALI ASKER VE İDARECİ SIFATI İLE YERLEŞİKLER HAKIN ÇOĞU SAR (TACİK) AYNO BÖLGE YAKIN PLAN OLARK ÜÇLÜ KPLDAN İZLENMEKTE POLTİKALAR UYGULANMAKTAYDI.BAtıdan arao / islam orduau pasioner bir güçle coğrafyaya girm,ş yağma ve taanla uğraşmaktaydı.bu arada kuyden ana türk kitlesinden Batı türk kağanlığınan d sızma / yerleşme amaçlı bu coğrfyaya doğru bir hareketlenmekte vaı.iter istemzde araplarla savaşılmaktaydı.b aada ise daha doğudan hatay / çin saldırılaı çin ilk işaretler gelmekte adeta alarm lleri çalmatayddı.türk hakanlığı bu nktada stratejik bir karar aldı.çinliler elirse ir daha onları sürüp tmak imansız olacaktı,ama arap fthi basıl ola geçici ve onların ayısal gçleri kısıtlıydı.bu stratejik & jeopoltik krar beşkde tals saşının sonucunda etkili olu.buna ağmen türklerin islamlasma üreci en az 200 sene daha sürecelti..
YanıtlaSilFehmi Bey, yazı boyutunu ekranınızda büyütebilirsiniz. CTRL tuşuna basılı tutarak farenizin ortasında bulunan tekerleği ileri geri oynattığınızda yazıların da büyüyüp küçüldüğünü göreceksiniz. Teşekkürler
SilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilÇok güzel bir söyleşi, değerli hocamızla nice söyleşilere...
YanıtlaSil