
Özellikle 20. yüzyılda sıkça
görülen Türk göçleri çoğu zaman sürgün şeklinde kendisini göstermiştir. En son
1989 yılında Bulgaristan’da boynu bükülen Türklük, göç olgusuyla acı bir
şekilde karşılaşırken garipliğe düçar olmuştur. Anavatana misafir olan binlerce
soydaşımız öz vatanından koparılmış, Balkanların Türk kimliği bu sayede tamamen
silinmek istenmiştir. Bulgaristan’da soydaşlarımızı göçe götüren kötü şartların
ezici ağırlığı ise çekilen çilelerin oranında tarif edilemez bir hal almıştır.
Bu sıkıntılı sürecin edebiyatımızda özellikle de akademik camiamızda akislerini
tam manasıyla gördüğümüz söylenemez. Gülbahar Kurtuluş’un Karakum
Yayınları’ndan çıkan “1989 Bulgaristan Türklerinin Göç Hikâyeleri” isimli eseri
ise; hem edebi hem de akademik olarak, 1989 yılında yaşanan elim göçe götüren
süreci çok iyi anlatmıştır.
Gülbahar Kurtuluş, 1989 yılında
Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan bir ailenin çocuğudur. Bu
bilgi bile olayın dışarından değil, tam anlamıyla içeriden bir gözle
değerlendirildiğinin kanıtıdır. Kaleme sarılan her tarihçi çoğu zaman ele
aldığı olayın süjesi olmaktan uzaktır. Fakat Gülbahar Kurtuluş olayların
merkezindeki konumunu netleştirir tarzda, kendi milletine, hemşehrilerine ve
ailesine olan borcunu ödemek kabilinden, eserini kaleme almıştır. Bu sayede
üzeri küllenen bir ateşin zamanında yaktığı yüreklerin acısını okuruna
hissettirmek isteyen Kurtuluş, lisans eğitimini tamamladıktan sonra lisansüstü
çalışmasını Bulgaristan göçleri paralelinde şekillendirmiş ve karşılaştığı acı
göç hikâyelerini sözlü tarih denemesi olarak yüksek lisans tezi şeklinde akademik
camiaya sunmuştur.
Eserin kaleme alındığı sözlü
tarih metodu bilim camiasında son zamanlarda etkisini arttırmış olan bir
yöntemdir. Zira yazılı belgeler kadar, günümüzde sözlü bilgileri de kayda
geçirecek alternatif yollar, teknolojiyle beraber etkisini arttırarak ortaya
çıkmıştır. Artık sıradan insanların yaşamlarını ve yaşadıklarını kolayca kayıt
altına almak mümkündür. “Yaşayan tarih” sıfatına kavuşmuş insanların bu
yönlerinin yazılı forma dönüştürülmesi ise zamanla sözlü tarih uygulamalarının
ilmi camiada yer tutmasına neden olmuştur.[1] Gülbahar Kurtuluş da buradan yola
çıkarak, göçe kadarki süreci yaşamış insanların hikâyelerini sayfalarına
taşımıştır[2].
Eserin sadece gerçeklerden
uyarlanan bir hikâyeler derlemesi olduğunu söylememiz mümkün değildir. Zira
kitap şeklinde ele alınan eser, öncesinde bilimsel bir mecrada savunulmuş
yüksek lisans tezidir. Akademik vizyonunu her şekilde hissettiren eserin bu
ciddi duruşunun aksine sözlü ifadelerine başvurulan insanların anlatımları
gayet sıcak ve samimidir. Akademik tempoda seyreden anlatının içerisinde dönemi
gören gözlerin birinci elden ifadeleri, esere ayrı bir albeni katmaktadır. Ek
olarak sözlü ifadelerine başvurulan şahısların anlatımında dönemin sosyal ve
siyasi havası tüm detaylarıyla ortaya çıkmaktadır.
Sözlü tarih uygulaması
kullanılmadan önce eserin akademik temeli iyi bir şekilde inşa edilmiştir.
Bulgaristan’dan göçe gelinceye kadarki tarihi süreçler doygun akademik temelle
kaleme alınmıştır. Zaten ele alınan tarihi bir olay ise, bu olayı meydana
getiren ortamın resmin tamamını gösterir tarzda ele alınması gerekir. Zira
atlanılan bir ayrıntı, sukut edilen bir mevzu, olayın tarihten kopuşuna neden
olur. Buna bağlı olarak okur için verilen bilgi tarihte gerçekleşen binlerce
olay gibi kendiliğinden tarih havzasında filizlenen, sonrasında kuruyup yok
olan basit ve sıradan bir anlatıya dönüşür. Oysaki Kurtuluş, eserinde 1989
göçünü tetikleyen hadiseleri neden-sonuç bağlamında birbirine çok iyi bir
şekilde bağlayarak sunar.
Temeli bilgiyle inşa edilen göç
hadisesinde beyanatına başvurulan insanların söylevleri her ne kadar en saf
haliyle sunulmuş olsa da bu söylevler de yine yazarın yorumuyla
desteklenmiştir. Bu sayede gündelik dille kayda alınmış her bilgi, resmi tarihi
dayanaklarla kanıtlanmıştır. Özellikle göçün demografik ve istatistiki veriler
aracılığıyla ortaya koyulması, olayın tarihsel gelişimini daha net bir şekilde
göstermiştir. Yine yazarın akademik dili daha çetrefilli hale getirecek bir
yaklaşımdan kaçınması, açık ve anlaşılır bir Türkçeyle yorumlarını
sunması, eserin geniş bir tabana hitap
etmesinin önünü açmıştır. Satır aralarında göze takılan yazım ve imla
yanlışlarının ise eserin kalitesine halel getirmemekle birlikte, dikkatli ve
hassas okurları rahatsız etme olasılığı vardır.
Kabaca üç bölüm halinde kaleme
alınan eser genelden özele doğru bir yönelime sahiptir. İlk bölümde
Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçün tarihsel süreci ele alınmıştır. Bu bölüm
vasıtasıyla 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’yla başlayıp, 1989 Göçü’ne kadar devam
eden Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç trafiği incelenmiştir. İkinci bölümde
Bulgaristan Türklerine yapılan asimilasyon politikaları ve göçe zorlayan
sebepler görüşmecilerin söylevlerine başvurularak sunulmuştur. Bu kısımda
işkencelere maruz kalan, Türk ve Müslüman kimlikleri silinmek istenen
soydaşlarımızın yaşadığı dramatik anlar kendi söylevleriyle iç parçalayıcı bir
şekilde verilmiştir. Örneğin 4. görüşmeci ile yapılan mülakatta bu serzeniş
çekilen çilelerin özeti gibidir: “Yıldırdılar, insanları yıldırdılar. Bırakın
Türkçe konuşmayı, Türkçe düşünmek, Türkçe gülmek bile yasaktı yani (s. 121).”
Üçüncü bölüm ise göçe odaklanmış; göç sonrası dönemin siyasi, sosyal, iktisadi
etkileri üzerinde durulmuş; göç edilen bölgelerden biri olan Bornova örneği
üzerinden alan çalışması yapılmış ve araştırmanın sonucu sayfalara taşınmıştır.
Eserin inşa edildiği temelin
malumat açısından iyi bir kaynakçayla beslendiğine şüphe yoktur. Özellikle
bâkir bir alan olarak değerlendirilebilecek göç konusunda fazla eserin
verilmediği malumdur. Ortaya koyulan akademik çalışmalar ise yazarın kullandığı
kaynakça ile kendisini göstermektedir. Bu manada eserin, odaklandığı bâkir
meseleyi besleyen kaynakları afişe ettiği söylenebilir. Ayrıca konuyla ilgili
sağlam kaynakları arkasına alan eserin iyi bir kaynak hüviyetine kavuştuğu da
rahatlıkla öne sürülebilir. Öyle ki eserin özgün bir çalışma olması ve farklı
bir yöntemle şekle şemaile kavuşmasının, ileride yapılacak olan çalışmalara hem
yöntem açısından rehber vazifesi görmesini hem de ortaya koyulacak yeni
çalışmalarda kaynak görevi görmesini sağlayacağı tahmin edilebilir. Kısaca,
ilgili alanın yeni bir yöntemle özgün bir eser kazandığı aşikârdır.
Sonuç olarak; tarih, basit manada
mazidir. Ve geçmişte kalan her şeyin üstüne katman katman yıkılan zamanın kalın
perdeleri maziyle olan irtibatı yavaşlatır. Boz bulanık bir görüntü ile geçmişi
görmek isteriz. Fakat bazen hiçbir şey belirgin değildir. İstek bir yana, bazen
insanın kendi geçmişi bile hafızanın alt katmalarında kendi haline bırakılmış şekildedir.
Oysaki bazı yaşantılar unutulmayacak kadar ibret vericidir. Bir millete, bir
kimliğe, her şeyden öte bir insana yapılan kötü muameleler unutulmamalıdır.
Tarih hatırlatır ve unutturmaz. Günümüzde her ne kadar tarihe ilgi sınırlıysa
da aksi olduğu üzere insanın kimlik hassasiyeti olmadığı kadar aktiftir. Bu
nedenle kimliğe yönelmiş tehdidin etnik hafızanın kıvrımları arasına kazınması
zaruridir. Bulgaristan’da 1989 göçü öncesi yapılanlar bu nedenle her Türk için
manidar olmalıdır. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun bir Türk’e yapılan, ve
yapılmaya devam edilen kimlik düşmanı hareketlere milli bilinçle karşı koymak
için geçmişte yapılanları unutmamak ödevdir. Gülbahar Kurtuluş hatırlatıyor.
Hatırlamak isteyene…
Zafer Saraç
[1]Detaylı bilgi için
http://myweb.sabanciuniv.edu/sozlutarih/tr
[2]Eserde 39 görüşmeci ile
mülakat yapılmış olup, her görüşmeciye ait mülakat direkt yazıya dökülüp
paylaşılmıştır. Görüşmecilerin isimleri verilmemiş, her görüşmeci numarayla
kodlanmıştır.
* İlgili yazı http://www.kitapsuuru.com/ sitesinden alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder