Bozkır Toplum Sözleşmesi – Hasan Göktürk Erdoğan


Bozkırda liderlere koşulsuz sadakat diye bir şey yoktu, sadece lidere eşlik etmek vardı. Beraberliğin devamı, karşılıklı güvenin geliştirilerek aradaki bu ince çizginin korunmasına bağlıdır. Bu çizgi, bir nevî toplum sözleşmesidir. Bozkır toplum sözleşmesi, taraflardan birinin sürekli kazandığı diğerinin de zarara uğradığı, Rousseau’nun tasvir ettiği türden bir toplum sözleşmesi değildir. Bu sözleşmenin şartları kesindir, bozulduğu takdirde bedeli de ağırdır. Bir hükümdar ne kadar kudretli ve ne kadar güçlü bir yönetme kabiliyetine sahip olursa olsun, halkına karşı sert bir tutumda bulunmamalı, kötü muamele etmemeli ve ölçüyü kaçırmamalıdır. Bozkırda kağanlar ve kara budun arasındaki karşılıklı sözlü antlaşmanın yükümlülüğü ağırdır. Bu anlaşmanın şahitliğini yapan, yeri göğü yaratan Tanrı’dır. Dolayısı ile kağanlar kötü yönetimlerinden ötürü tahttan indirilirken, Tanrı’nın onlara bahşettiği kutun gitmesinin gerekçe gösterilmesi, bundan kaynaklı olmalıdır. Halk, bunu Tanrı’nın kendilerine verdiği yasal bir hak olarak görecek ve kullanmaktan hiç çekinmeyecektir. Nitekim T’ung Yabgu’nun başına gelende bu olmuştur.


Kağanların sadece soydan gelen iktidar hakkı ve gücü toplumu yönetebilmek için yeterli değildi. Çinli müellif Kuo Yian-çen’in, A-shih-na Hien’in On Oklara Kağan olarak tayin edilmesi teklifi üzerine bu konuyla ilgili saraya sunduğu rapor, bu ilgili hususu aydınlatmak açısından önem arz etmektedir. Sunduğu raporda On Okları kontrol edebilmek için A-shih-na sülalesinden birini, sırf ailenden gelen soy hakkı yüzünden alelade bir şekilde kağan olarak atamanın ne kadar yanlış bir karar olduğunu eleştirmektedir. Tespitleri önemli bir değerlendirmenin ve gözlemin bir sonucu olması açısından kayda değerdir:

… Bir diğer yandan eğer A-şi-na Hien’in kağan olarak atanması teklif ediliyorsa, bunun sebebi Hien’in kağan soyundan gelmesi ve iktidara gelir gelmez On Okları yanına çekip hükmedeceği düşünüldüğü için değil midir? Fakat Hien’in babası Yüan-k’ing, amcası Pu-lo, kardeşi T’ui-tse, keza Hu-şe-lo ve Huai-tao da kağanların soyundan değiller miydi? Vaktiyle Dört Garnizon’un Çinli valisi, yabancı beylerin yönetimi altındaki On Okların huzurlu olmadıklarını düşünerek, bir fermanla Yüan-k’ing’e kağan unvanı verilmesini teklif etmişti, fakat [beklenenin] aksine Yüan-k’ing On Okları yanına çekip, yönetmeyi ve kalplerini kazanmayı başaramadı. Elbette ki bu yüzden Yüan-k’ing haydutlar [Türkler] tarafından mağlup edildi ve Dört Garnizon nihai olarak kaybedildi. Tsung-tsie, son yıllarda Hu-şe-lo ve Huai-tao’nun kağan tayin edilmesi teklifinde bulundu; ama onlar da On Okları kendilerine çekip yönetemediler. Bu yüzden Tokmak yıllarca kuşatma altında kaldı ve askerlerimiz açlıktan kıvrandılar. Kaldı ki, şu son yıllarda Tibetliler de birer fermanla sırayla T’ui-tse ve keza Pu-lo ve Pa-pu’ya kağan unvanı verdiler; ama bunlar da On Okları kendilerine çekip kazanamadılar. Tüm bu insanlar kendilerini zayıflatıp, ortadan yok oldular. Bunun sebebi nedir? Bunun sebebi, kağanların soyundan gelen bu kişilerin tebaalarını dirayetle yönetecek vasıflara sahip olmamaları, iyi niyetle ve adilâne hareket etmemeleriydi. Dolayısıyla insanlar kalplerini onlara açmadılar. Onlar, iktidara geldiklerinde, On Okları kendilerine çekip desteklerini alamadılar. Yaptıkları tek şey Dört Garnizon’un ağır bir yara almasına yol açmak oldu. Görüldüğü kadarıyla bir fermanla kağanların soyundan gelen birini başa getirmek, artık On Okları kazanmak için başvurulacak bir metot değildir. İmdi; Hien’in dirayet ve adaletinin babasının ve ağabeyininkilere denk olmaktan çok uzak olduğunu anlamış bulunuyorum. Şu ana kadar dirayet ve prestijini ortaya koyamamış birisi, ne yapıp da insanların kalbini kazanacak ve kendilerine gelmesini temin edecektir?..

Kuo Yüan-çen’in bu raporunda dikkat çektiği mesele, aslında Türk toplumunun iç mekanizmasının nasıl işlediğini anlayabilmek için gerçekten yerinde bir tespittir. Çin, kendi itaatleri altında olan ve saraya hizmet eden soylu bey ve bey çocuklarını kağan olarak atamakta ve onların soylu aileden gelen doğuştan yönetme hakları aracılığı ile boyları kontrol altında tutabileceklerine inanmaktaydı. Ancak bu raporda görüldüğü üzere, Türk toplumunda, soylu bir aileden gelmek yönetme hakkını sahip olmak anlamına gelmemektedir. Ta-lo-pien ve A-shih-na Sse-mo gibi babaları ünlü bir kağan dahi olsa, söz konusu veliaht, cesareti ve bilgeliği ile tebaası olan toplumu yönetme vasıflarına sahip değil ise, boyların takdirini ve saygınlığını kazanamamaktadır.

Sonuç olarak, müellifin raporunda da belirttiği üzere vasıfsız liderler boyları kendine çekmeyi başaramadığı gibi, boylar da böyle bir kişiye itaat etmemekteydi. Mau-Tsai’nin de tespit ettiği üzere, ilin güçlü ve boyların tabi olabilmesi kağanların karakterine ve becerilerine bağlı olmaktaydı. Eğer yönetme vasıflarına sahip bir kağan, hoşgörülü ve adaletli bir mizaca sahip ise, boylar kendi rızalarıyla gelip itaat ediyorlardı. Bunun tam tersi söz konusu olduğunda ise hiçbir boy gönüllü itaat etmediği gibi, tabiri caiz ise elde avuçta kalanlarda isyana kalkışıp, ili terk ediyordu. Bu nedenle kağanlar, sürekli olarak güçlerini ve itibarlarını yükseltmeye çalışmaktaydı. Çünkü göçebeliğin koşulları altında gevşek biçimde bir arada duran devlet yapısı, çorap söküğü gibi kolayca dağılabilmektedir. Göçebe ve yarı göçebe yapılı devletler, ancak kağanların şahsında var oluyor, ya da yıkılıyordu. Eski Türk devlet yapıları ile ilgili kaynakları incelerken bu çok görülen bir vakayı teşkil etmektedir. Mau-Tsai’nin tabiri ile halkının önünde kendisini ispatlayabilmek için liderlerin “cesaret denemesine” ihtiyacı olmaktaydı.
Hasan Göktürk Erdoğan

* Bu yazı Türk Töresi kitabımızdan alıntıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder