Bozkırda
liderlere koşulsuz sadakat diye bir şey yoktu, sadece lidere eşlik etmek vardı.
Beraberliğin devamı, karşılıklı güvenin geliştirilerek aradaki bu ince çizginin
korunmasına bağlıdır. Bu çizgi, bir nevî toplum sözleşmesidir. Bozkır toplum
sözleşmesi, taraflardan birinin sürekli kazandığı diğerinin de zarara uğradığı,
Rousseau’nun tasvir ettiği türden bir toplum sözleşmesi değildir. Bu
sözleşmenin şartları kesindir, bozulduğu takdirde bedeli de ağırdır. Bir
hükümdar ne kadar kudretli ve ne kadar güçlü bir yönetme kabiliyetine sahip
olursa olsun, halkına karşı sert bir tutumda bulunmamalı, kötü muamele etmemeli
ve ölçüyü kaçırmamalıdır. Bozkırda kağanlar ve kara budun arasındaki karşılıklı
sözlü antlaşmanın yükümlülüğü ağırdır. Bu anlaşmanın şahitliğini yapan, yeri
göğü yaratan Tanrı’dır. Dolayısı ile kağanlar kötü yönetimlerinden ötürü
tahttan indirilirken, Tanrı’nın onlara bahşettiği kutun gitmesinin gerekçe gösterilmesi, bundan kaynaklı olmalıdır.
Halk, bunu Tanrı’nın kendilerine verdiği yasal bir hak olarak görecek ve
kullanmaktan hiç çekinmeyecektir. Nitekim T’ung Yabgu’nun başına gelende bu
olmuştur.
Kağanların sadece
soydan gelen iktidar hakkı ve gücü toplumu yönetebilmek için yeterli değildi.
Çinli müellif Kuo Yian-çen’in, A-shih-na Hien’in On Oklara Kağan olarak tayin
edilmesi teklifi üzerine bu konuyla ilgili saraya sunduğu rapor, bu ilgili
hususu aydınlatmak açısından önem arz etmektedir. Sunduğu raporda On Okları
kontrol edebilmek için A-shih-na sülalesinden birini, sırf ailenden gelen soy
hakkı yüzünden alelade bir şekilde kağan olarak atamanın ne kadar yanlış bir
karar olduğunu eleştirmektedir. Tespitleri önemli bir değerlendirmenin ve
gözlemin bir sonucu olması açısından kayda değerdir:
… Bir diğer
yandan eğer A-şi-na Hien’in kağan olarak atanması teklif ediliyorsa, bunun
sebebi Hien’in kağan soyundan gelmesi ve iktidara gelir gelmez On Okları yanına
çekip hükmedeceği düşünüldüğü için değil midir? Fakat Hien’in babası
Yüan-k’ing, amcası Pu-lo, kardeşi T’ui-tse, keza Hu-şe-lo ve Huai-tao da kağanların
soyundan değiller miydi? Vaktiyle Dört Garnizon’un Çinli valisi, yabancı
beylerin yönetimi altındaki On Okların huzurlu olmadıklarını düşünerek, bir
fermanla Yüan-k’ing’e kağan unvanı verilmesini teklif etmişti, fakat
[beklenenin] aksine Yüan-k’ing On Okları yanına çekip, yönetmeyi ve kalplerini
kazanmayı başaramadı. Elbette ki bu yüzden Yüan-k’ing haydutlar [Türkler]
tarafından mağlup edildi ve Dört Garnizon nihai olarak kaybedildi. Tsung-tsie,
son yıllarda Hu-şe-lo ve Huai-tao’nun kağan tayin edilmesi teklifinde bulundu;
ama onlar da On Okları kendilerine çekip yönetemediler. Bu yüzden Tokmak
yıllarca kuşatma altında kaldı ve askerlerimiz açlıktan kıvrandılar. Kaldı ki,
şu son yıllarda Tibetliler de birer fermanla sırayla T’ui-tse ve keza Pu-lo ve
Pa-pu’ya kağan unvanı verdiler; ama bunlar da On Okları kendilerine çekip
kazanamadılar. Tüm bu insanlar kendilerini zayıflatıp, ortadan yok oldular.
Bunun sebebi nedir? Bunun sebebi, kağanların soyundan gelen bu kişilerin
tebaalarını dirayetle yönetecek vasıflara sahip olmamaları, iyi niyetle ve
adilâne hareket etmemeleriydi. Dolayısıyla insanlar kalplerini onlara
açmadılar. Onlar, iktidara geldiklerinde, On Okları kendilerine çekip
desteklerini alamadılar. Yaptıkları tek şey Dört Garnizon’un ağır bir yara
almasına yol açmak oldu. Görüldüğü kadarıyla bir fermanla kağanların soyundan
gelen birini başa getirmek, artık On Okları kazanmak için başvurulacak bir
metot değildir. İmdi; Hien’in dirayet ve adaletinin babasının ve
ağabeyininkilere denk olmaktan çok uzak olduğunu anlamış bulunuyorum. Şu ana
kadar dirayet ve prestijini ortaya koyamamış birisi, ne yapıp da insanların
kalbini kazanacak ve kendilerine gelmesini temin edecektir?..
Kuo Yüan-çen’in
bu raporunda dikkat çektiği mesele, aslında Türk toplumunun iç mekanizmasının
nasıl işlediğini anlayabilmek için gerçekten yerinde bir tespittir. Çin, kendi
itaatleri altında olan ve saraya hizmet eden soylu bey ve bey çocuklarını kağan
olarak atamakta ve onların soylu aileden gelen doğuştan yönetme hakları aracılığı
ile boyları kontrol altında tutabileceklerine inanmaktaydı. Ancak bu raporda
görüldüğü üzere, Türk toplumunda, soylu bir aileden gelmek yönetme hakkını
sahip olmak anlamına gelmemektedir. Ta-lo-pien ve A-shih-na Sse-mo gibi
babaları ünlü bir kağan dahi olsa, söz konusu veliaht, cesareti ve bilgeliği
ile tebaası olan toplumu yönetme vasıflarına sahip değil ise, boyların
takdirini ve saygınlığını kazanamamaktadır.
Sonuç olarak,
müellifin raporunda da belirttiği üzere vasıfsız liderler boyları kendine çekmeyi
başaramadığı gibi, boylar da böyle bir kişiye itaat etmemekteydi. Mau-Tsai’nin
de tespit ettiği üzere, ilin güçlü ve boyların tabi olabilmesi kağanların
karakterine ve becerilerine bağlı olmaktaydı. Eğer yönetme vasıflarına sahip
bir kağan, hoşgörülü ve adaletli bir mizaca sahip ise, boylar kendi rızalarıyla
gelip itaat ediyorlardı. Bunun tam tersi söz konusu olduğunda ise hiçbir boy
gönüllü itaat etmediği gibi, tabiri caiz ise elde avuçta kalanlarda isyana
kalkışıp, ili terk ediyordu. Bu nedenle kağanlar, sürekli olarak güçlerini ve
itibarlarını yükseltmeye çalışmaktaydı. Çünkü göçebeliğin koşulları altında
gevşek biçimde bir arada duran devlet yapısı, çorap söküğü gibi kolayca
dağılabilmektedir. Göçebe ve yarı göçebe yapılı devletler, ancak kağanların
şahsında var oluyor, ya da yıkılıyordu. Eski Türk devlet yapıları ile ilgili
kaynakları incelerken bu çok görülen bir vakayı teşkil etmektedir. Mau-Tsai’nin
tabiri ile halkının önünde kendisini ispatlayabilmek için liderlerin “cesaret
denemesine” ihtiyacı olmaktaydı.
Hasan Göktürk Erdoğan
* Bu yazı Türk Töresi kitabımızdan alıntıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder