Bir Silah Teknisyeninin Karanlık Hikayesi: Hasan Feyzi Efendi - Kutlu Altay Kocaova

Yirmi dört yaşında bir adam. Adı Hasan Feyzi. Bozcaadalı... Savaş şartlarında sen kalk, bir yolunu bul, adadan İstanbul’a gel, İstanbul’dan da Almanya’ya askerî öğrenci olarak git. Tabiî askerî öğrenci derken, subaylık öğrencisi değil, askerî okulda eğitim görmeyecek. Almanların en büyük silâh fabrikalarından birinde silâh teknisyenliği öğrenecek. 

Şimdi Bozcaada neresi, Spandau neresi? Nasıl gidebilir ki, bir insan? Bu arada Bozcaada’yı önce İtalyanlar işgâl etti, sonra Yunanlar, en sonunda da İngilizler. Neredeyse on yıl boyunca işgâl altında kaldı, ada. Demek ki, Almanya’ya gitmeden epey önce adadan ayrılmış. Arada geçen bu kadar sürede ne yaptı, nerede kaldı, nasıl geçindi, orası mechûl. Ama belli ki, silâh teknisyenliği üzerine çalışmış ki, Osmanlı da, onu Almanya’ya göndermeye karar vermiş. 

Bu arada babası, dedesi ve bilebildiği kadar bütün soyu, Nakş-ı Bendî şeyhi. Adada bir dergâhları ve dergâha âid bir hazîre var. Hazîrede kabri olanların tamâmı dedeleri. Küçük türbe ise hayâtı bilinmeyen, tamâmen efsânevî bir kişiliğe dönüşmüş olan en uzak dedesinin kabri. 

Âilenin on, on beş yıllık dönemi epeyce karanlık. Meselâ Hasan Feyzi, Almanya’dan parmakla gösterilen bir silah teknisyeni olarak döndükten sonra nedense İstanbul’da polis olmaya karar veriyor ve bir daha bu teknisyenliğinin adı geçmiyor. Çocukları bile bilmiyor. Ortada dolaşan Almanya’da mühendislik eğitimi lâfı var, o kadar. O eğitimi de yarım bıraktığını sanıyorlar. Oysa, şu ân elinizde tuttuğunuz belge, her şeyi ortaya koyuyor. Eğitimi tamamladığını, mühendis değil, silah teknisyeni olduğunu yazıyor. Sizin Almancanız var mı? Varsa, okuyabilirsiniz. Benim yok. Ama hem çok iyi Almanca bilen bir tanıdığıma, hem de internetteki tercüme sitelerine danışarak Türkçe’yi çevirttirdim. Her iki şekilde de aynı sonuç ortaya çıktı. 

Âilenin karanlık tarafı, sâdece Spandau ile ilgili değil. Hadi İstanbul’a geldin, eğitim aldığın mesleği bırakıp, polis oldun. Bunu da anlayabilirim. Sonuçta işgâl yıllarında, ordusu dağıtılmış bir millete mensûb olan bir silah teknisyeni ne iş yapabilir? Hadi Ankara’ya gitse, savaşa katılsa, mesleğini çok iyi kullanabilir. Ama onu da yapmadığı için polis olmasını yadırgamıyorum. Belki de vatana polis olarak hizmet etmeyi seçmiştir, kim bilir... 

Âilenin karanlık tarafı, bununla da bitmiyor. Bozcaada kurtuluyor, cumhûriyet kuruluyor, tekkeler dağıtılıyor. Erkek kardeşi ile ablasıyla berâber devlete başvuruda bulunuyorlar. Bütün mallarının tasfiye edilmesini istiyorlar. Yâni her şeyden, bütün mallar ve mülklerden vazgeçtiklerini belirtiyorlar. Bir insan, o kadar maldan, mülkten niye vazgeçer ki? Hadi bunu da anlayabiliriz. Niye? Çünkü tekkeler yasaklanmış, târikâtlar dağıtılmış ve senin âilen, köklü bir şeyh âilesi. Üstelik târikâtı da, o aralar devletin en önemli düşmânı olan Nakş-ı Bendî. Ablanı, kardeşini korumak için her şeyden vazgeçtin, yâni. Bu arada devlet, senin ve kardeşlerin hakkında Bozcaada’dan Çanakkale’ye yönelik zorunlu yerleştirme, yâni sürgün karârı alıyor. İyi de, sen zâten polissin. Yâni devlet görevlisisin. Nasıl oluyor? Bu arada baban nerede, annen nerede? Çocuklarına babanın annenin isimlerini söylemişsin ama o kadar. Bir insan, kendi çocuklarına babasını, annesini niye anlatmaz? Ya çok küçük yaşta kaybetmiştir ya da anlatmaması gerekiyordur. Çok küçük yaşta kaybetse, “yetim büyüdüm” dersin, “baba hasreti çektim” dersin, şunu dersin, bunu dersin ama illâ anlatırsın. Bak, işte epey karanlık değil mi? 

Ama karanlık taraf, bununla da bitmiyor. Hasan Feyzi’nin çocukları büyüyor. Toplam yedi çocuğu oluyor. Birini küçükken kaybediyor. Geriye altı çocuk. Neyse, bunlar büyüyorlar. Elbette âilenin târihini de merâk ediyorlar. Çocuklardan biri, millîyetçi solcu bir düşünce yapısı, duruşu var. Ona “Oğlum, biz Musul, Kerkük tarafından gelmişiz. Osmanlı bizi önce Ezine’ye sürmüş. Sonra da Bozcaada’ya yerleşmişiz” demiş, Batıcı dünyâ görüşü olan, öyle görünmeyi seven iki kızına da ayrı ayrı “Kızım, biz Rûmeli’nden gelmişiz. Osmanlı, bizi buralara sürmüş” demiş. Yâni senin anlayacağın, her çocuğuna farklı bir hikâye anlatmış. Bunu niye yapar bir insan, orası tartışmalı. Ama bana sorarsan, babasından neden söz etmediyse, kardeşlerini korumak için neden mallarından vazgeçmeyi göze aldıysa, o sebebden. Yâni geçmişi arayamasınlar, arasalar da bir şey bulamasınlar durumu... Artık ne yaşadıysa... 

Diyeceksin, bu kadar ayrıntıyı nereden biliyorsun. Haklısın. Ama o da benim sırrım olsun. Hani dedim ya, bizim de hâtırâlarımız var diye... Onlardan olsun... Hem sevdiğim bir arkadaşımın güzel bir sözü var. Der ki, “İnsanlar senden bir şey isterse ve yapmak istiyorsan, hepsini yapma, yüzde atmışını yap. Neden, biliyor musun? Çünkü insanlar, her zaman fazlasını isterler ve muhtemelen senin yapabileceğinin yüzde atmışını yapman, onların işini de görecektir. Ama sen, istenenlerin hepsini yaparsan, insanların sana ihtiyâçları azalır, senin isteklerini yapmaya gerek duymazlar. O yüzden de, sen yüzde atmışını yap da, insanlar bunu arttırmak için senin isteklerine de önem versinler”. Haksız mı, bence haklı. O yüzden ben de, sana verebileceğimin yarısından biraz fazlasını vereceğim ki, hem senin işine yarasın, hem de benim sırrım sürsün... 

Şimdi tekrar gelelim, Spandau’ya... Çünkü her şeyin başladığı yer orası. Orayı anlatalım ki, hâtırâmız hâtırâya, hikâyemiz hikâyeye benzesin... Yanılırsak affola... 


Kutlu Altay Kocaova 


* Bu yazının devamı “HÂTIRÂ TOPLAMA MERKEZİ” kitabında yer alacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder