Akademisyen, müzisyen, sporcu, yazar, Demonolog, Halk
Bilimci... 10 parmağında 11 marifet Seçkin Sarpkaya bugün konuğumuz.
Lohusa kadınların büyük korkusu albastılar, düğünleri ve
eğlenceleriyle cinler, küplere binip genç kızları kaçıran cadılar, devasa
kazanlarının başındaki dev anaları, ejderha, şahmaran, canavar, peri, Şubat
karısı ve nice demonlar... Karşılaştığım "Türklerin Şeytani
Masalları: Türk Masal ve Efsanelerinde Demonik Varlıklar Kitabı Çıkıyor"
başlıklı FRPNET haberiyle aklımdan ilk geçenler bunlar oldu.
Kimi zaman kitaplarda okuduğumuz, kimi zaman da
büyüklerimizden dinlediğimiz ürkütücü ama bir o kadar da ilgi çekici bu
hikayelerin demonik kahramanları artık Seçkin Sarpkaya'nın Türklerin Şeytani
Masalları: Türk Masal ve Efsanelerinde Demonik Varlıklar kitabında. Mitolojiyle
ilgilenen herkesin ilgisini çekecek bu kitap bize Türkiye sahasındaki masal ve
efsanelerin demonlarını anlatıyor. Sunuş kısmını Prof. Dr. Metin Ekici'nin ve
arka kapak yazısını Yedikuleli Mansur'un yazarı Mehmet Berk Yaltırık'ın
üstlendiği bu kitap, Seçkin Sarpkaya'nın "Türkiye Sahası Masal ve
Efsanelerinde Demonolojik Varlıklar" adlı yüksek lisans tezinin bazı
değişikliklerle bize sunulmuş hâli. Yani bir roman değil, ciddi bir araştırma
ürünü. Hazırlanırken yaklaşık 5000 masal ve efsanenin incelendiği kitabı
okurken hiç de bu hisse kapılmayacak, kimi zaman bir ejderhanın koruduğu
hazineyi görecek, kimi zamansa köyünün suyunu kesen bir devle savaşan genci
izleyeceksiniz. Kısa süre önce ikinci baskısı çıkan Türklerin Şeytani
Masalları'nın yayıncılığını Karakum Yayınevi, editörlüğünüyse Ömer Ünal
yapıyor.
Yazar hakkında bilgi verme kısmını röportaja saklıyor ve
röportaj talebimi kabul edip benimle bu keyifli sohbeti gerçekleştirdiği için
kendisine teşekkürlerimi sunuyorum.
- Öncelikle
sizi tanımamız için biraz kendinizden bahseder misiniz?
1 Ekim 1988, İzmir doğumluyum. Doğma büyüme İzmirliyim,
birkaç kuşaktır İzmirliyiz. Ondan öncesinde kökenimiz Girit ve Balkanlar
şeklinde karışık. Yörük bir aileden geliyorum. Hep İzmir’de yaşadım, bütün
hayatım İzmir’de geçti. İşimle, akademisyenlikle, müzikle alakalı çok fazla
şehir dışına gittim, yurt dışına da gittim geldim ama doğma büyüme İzmirliyim.
Ege Üniversitesi, Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’nde öğretim elemanıyım,
okutman olarak görev yapıyorum. Enstitü’müzün birimi olan Türkçe Öğretim Merkezi’nde
yabancılara Türkçe öğretme alanında okutmanım. Üniversitemize okumaya gelmiş
lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri başta olmak üzere, dışarıdan da
kursiyer olarak gelen yabancılara Türkçe öğretiyorum. Aynı zamanda yine aynı
enstitüde Türk Halk Bilimi Anabilim Dalı’nda doktora yapıyorum. Yüksek lisansım
da aynı Enstitü’de. Benim Ege Üniversitesi’nde 13. Yılım. 2005’te tıfıl bir
çocukken bir girdim, hala oradayım. Lisansım Türk Dili ve Edebiyatı’nda,
formasyonum Eğitim Fakültesi’nde, yüksek lisansım Türk Dünyası Araştırmaları
Enstitüsü Türk Halk Bilimi’nde yine. Şimdi Prof. Dr. Metin Ekici
danışmanlığında doktoramı yapıyorum. Kitaplaşan yüksek lisans tezimden birazdan
bahsedeceğiz. Şimdi de çoğunluğu Azerbaycan Türkleri olmak üzere İran, Tebriz’de
yaşayan Türklerin sözlü kültüründen masallar üzerine çalışıyorum.
- Sizi
biraz takip eden biri çok yönlü bir insan olduğunuzu hemen kavrayacaktır.
Bize akademik kariyeriniz dışında ilgilendiğiniz, sevdiğiniz şeylerden
bahseder misiniz?
Akademik kariyerim dışında ilgilendiğim şeyler temelde spor
ve müzik. Önce müziği anlatayım. 2005 yılında Gates of Eternity adıyla bir grup
kurdum, kurucusuyum, kurucu müdürüyüm (gülüyor). Çok yakın arkadaşım olan
gitarist Soykan Aydın’la beraber kurduk, 2009-2010 yıllarında gruptan ayrıldı
ama hala arkadaşızdır, çok severim. Elemanlar çok fazla değişti ama şöyle bir
şey var: Bizim eski elemanlarımız da yakın arkadaşlarımız. Hala birçoğuyla
görüşür, çalarız. 2005’ten beri aktif şekilde 2014’e kadar çaldık. 2014-2017
arası durduk, hiçbir şey yapmadık. Bir dönem Between The Colours adıyla aktif
olduk. Şimdiye kadar 4 EP, bir de uzun albüm yayınladık. 2017’de Garden of Hate
ve No Name adlı parçalardan oluşan Garden of Hate adlı iki parçalık bir EP
yayınladık. İzmir’de sahne aldık, yakın zamanda yine İzmir’de sahne alacağız.
Grup elemanları olarak birbirimizin en yakın arkadaşlarıyız ve death metal,
metal core alanlarında böğürtülü, bağırtılı bir müzik yapıyoruz.
Onun haricinde aktif şekilde spor yapıyorum. Futbol oynadım
uzun yıllar, koşuculukla uğraştım, dövüş sporlarıyla uğraştım. Ringe çıkmadım
tabii ki, müsabaka yapmadım. Sadece spor olarak uğraştım. Yine sporcu olarak
değil ama iyi derecede yüzücüyüm. Bunların dışında fitnessla sık sık
uğraşıyorum ama aktif olarak uğraştığım spor bisiklet. Sık sık –bugünkü 80
kilometrelik tur gibi- bisikletle tura çıkıyorum İzmir’in farklı yerlerinde.
Genelde uğraştıklarım bu kadar.
- Sporun
kurduğunuz düzene ve akademik hayatınıza katkısı nedir?
Spor başlı başına insana katkıda bulunan bir şey. Şimdi
burada “Spor şöyledir. Spor böyledir.”e girmenin çok da alemi yok. Kaydı
uzatır, sen deşifre edeceksin. (gülüyor) Tabii ki de hayatımın her alanına faydası
oluyor. En basitinden gergin süreçlerden geçiyorsun, ciddi işlerle
uğraşıyorsun, sürekli bir ciddiyet halindesin ve kalabalıklardan, işten güçten
biraz uzaklaşıp rahatlamak bisikletin bendeki en büyük fonksiyonu. Tıpkı
fantastik edebiyata nasıl kaçış edebiyatı denir -kabul ederim bunu, severim de
bu özelliğini- bisiklet de benim için bir kaçış sporu, kaçış aracı. Tabii ki de
kurduğum hayata etkisi çok: Rahatlıyorum, eğleniyorum, üstümdeki gerilimi
atıyorum ve oradan aldığım keyifle, güçle, rahatlamayla hayatımın geri kalanına
daha iyi devam ediyorum. Bana en büyük katkısı bu. Kaliteli vakit geçiriyorum
ve hayatımın geri kalanını kaliteli geçirmeme yardımcı oluyor.
- Fazlasıyla
enerji dolu bir insansınız, bunu karşınızdaki kişiye sizinle tanıştığı ilk
andan itibaren yansıtıyorsunuz. Akademisyenlik, doktora öğrenciliği,
yazarlık, müzisyenlik, sporculuk derken hiç durmadan birçok şeyle
ilgileniyorsunuz ve en güzeli de hepsinde başarılarınız ve üzerlerinde
yoğun bir emeğiniz var. Tüm bunlarla ilgilenirken yaşadığınız zorluklar
neler oluyor ve size motivasyon sağlayan nedir? Bizlere motivasyon ve
enerji sağlama konularında ne gibi öneriler verebilirsiniz?
Bana motivasyon sağlayan tek şey uğraştığım şeyleri sevmem.
Başarı tabii ki önemli, “Şunu başarayım, şunu yazayım.” diyebilmek önemli. Ben
her sabah bir önceki Seçkin’den daha iyi olmaya çabalıyorum ben. Başarıyorum,
başaramıyorum; en azından bazı noktalarda, özellikle kişisel noktalarda onu ben
değerlendiremem. Ama her sabah bir öncekinden daha iyi bir noktaya taşımaya
çalışıyorum kendimi. Benim temel motivasyon kaynağım sevmek. Uğraştığım işleri
seviyorum, severek yapıyorum. Tabii ki zorluklarla karşılaşıyoruz. Ortalama
insanlar olarak herkesin karşılaştığı maddi-manevi sorunlar var. Ben de
karşılaşıyorum ama bir şekilde uğraştığım işleri seviyorum. İrili ya da ufaklı
bir şey başardığımda –sonuçta Amerika’yı yeniden keşfetmiyorum, dünyayı
kurtarmıyorum-, hedeflediğim, planladığım bir şeyi başardığımda herkese gelen
klasik rahatlamayı yaşıyorum. Ama tekrar tekrar söylüyorum: Ben uğraştığım
şeyleri seviyorum. Benim en büyük motivasyon kaynağım bu. Seviyorum ve
uğraşıyorum.
- Türk
mitolojisine ilginiz nasıl başladı?
Türk mitolojisine ilgim çocukken başladı. Ben çok kitap
okunan bir aileden geliyorum. Amcamların, bizim, ailedeki herkesin kitaplığı
vardır. Ve bizde çocuklara kitap hediye alınırdı. Gömlek, ıvır zıvırın yanında
hediye olarak çocuklara kitap alınırdı. Kitap okunan bir aileydi ve biz
çocuklar olarak gördük, okuduk. Yıllar önce ben tek boynuzlu atla ilgili bir
hikâye okudum ama hikâye kimin, yazarı kim hiçbir fikrim yok. Kuşadası’nda
sahilde tek boynuzlu bir atla ilgili bir hikâye okudum. Tekrar söylüyorum ama
hikâye kimin, yazı kimin hiçbir fikrim yok. Sonra bu tarz şeylere ilgimin
olduğunu gördüm. Filmlerde, çizgi filmlerde yaratıklara, mitolojik varlıklara,
olağanüstü şeylere, fantastik ve bilimkurgu olan şeylere ilgim olduğunu fark
ettim çok küçük yaşta. Bir süre sonra da kapağı yırtık, künye bilgisi olmayan
bir kitaptan Yunan mitolojisini okudum. Sonradan bu kitabın Behçet Necatigil’in
100 Soruda Mitologya’sı olduğunu öğrendim. Yıllar sonra öğrendim ama o kitabın
bu olduğunu. Çünkü o kitabı biri hediye etmişti ve kapağı, künye kısımları
yırtıktı. Herhalde üzerinde de yazmıyordu veya küçüktüm hatırlamıyorum. Sonra
“Aa, ben bu kitabı okumuşum.” dedim. O dönem Yunan mitolojisiyle, Mısır
mitolojisiyle alakalı filmler de vardı. Sonraları okurken korku edebiyatını çok
sevdiğimi fark ettim. O dönem kırmızı kitaplar vardı, seriyi hatırlamıyorum şu
anda. Çok severek okuduğumu fark etmiştim fantastik kitapları, masalları
vesaire. Her şeyden daha hevesli okuduğumu fark ettim. Sonra aklıma takıldı,
dedim “Türk mitolojisi yok mu?” çocuk yaşta. Büyüklerimle tartıştım “Yunan
mitolojisi var, Mısır mitolojisi var. Türk mitolojisi yok mu?” diye. Ailem,
kuzenlerim de beni çok iyi yönlendirdi bu konuda. Oğuz Kağan’ın, Dede Korkut’un
çocuklar için yazılmış versiyonlarıyla tanıştım. Dedim: Tamam işte, bizim
de var! Tabii ki dünya mitolojilerini okumaya devam ettim, hiçbirinden
kopmadım. İlla Türk mitolojisini okuyacağım diye dünyanın geri kalanını
bırakmamak gerekiyor. Ama “Hakikaten bizim de var, Oğuz Kağan var, destanlarımız
var.” vesaire derken hikâye geldi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne dayandı.
Oradan sonrasında zaten mevzunun içine girmiş oldum.
- Türk
mitolojisi denince akla hangi kavramlar geliyor?
Hiçbir şey gelmiyor. Neden gelmiyor? Bunu anlatmak istiyorum
çünkü Türk mitolojisi kavramıyla ilgili bilinç yeni yeni oluşmaya başladı.
İnsanlar Altay Türklerinin mitolojisini tanımaya başladı. O kadar uzun süredir
dünyada İskandinav, Mısır mitolojilerine falan maruz kalıyoruz ki –Bu maruz
kalmak kötü anlamda değil. Yoksa severek takip ediyorum. Thor’u, Odin’i falan
hepimiz seviyoruz- insanlar şunu demeye başladılar: N’oluyoruz? Bizde de var!
Bence Türk mitolojisi dediğimizde insanların aklına destan ve efsaneler
geliyor, özellikle destan. Makul bir şey çünkü mit anlatıcılığını takip eden
unsur destan ve o yüzden Türk destanları geliyor akla. Olması gereken de bu.
Normal olan da bu. Yanlış bir durum da değil akla Dede Korkut’un gelmesi, Oğuz
Kaan’ın gelmesi. Çok çok büyük de bir problem değil ama Türk mitolojisi
farkındalığı yeni yeni oluşmaya başladı. Bu iyi bir şey. Gidişat iyi ama akla
kısmen destan geliyor ve o kavram yeni oluşmaya başladı.
- Makalelerinizde
özellikle mitolojik unsurlar üzerine çalışmışsınız. Soracağım soru elbette
ayrı bir araştırma konusu oluşturuyor fakat bize kısaca fantastik edebiyat
ve mitoloji arasındaki ilişkiyi açıklar mısınız?
Bu çok büyük bir bağlantı. Fantastik edebiyat doğrudan
doğruya mitolojiden besleniyor ve temel beslenme kaynaklarından biri mitoloji.
Bugün Yüzüklerin Efendisi’ne “Tolkien mitolojisi” deniyor. Birtakım
araştırmacılar, yazarlar tarafından “diyar fantazyası” olarak da adlandırılır
ki katıldığım bir adlandırmadır diyar fantazyası, yine birtakım kelimesini
olumsuz anlamda söylemedim. Yine onlar tarafından diyar fantazyası yarattığı
söylenir Tolkien’in. Şu an Kullervo’nun Hikâyesi’nin ön sözünü okuyorum,
birlikte almıştık o kitabı. Orada da bahsediliyor, bir doktora tezi var Genesis
of Tolkien diye. Silmarillion’la birlikte Tolkien’in amacı bir İngiliz
mitolojisi yaratmak. Makul bir şey Tolkien kafasındaki bir adam için, oldukça
makul. Çok da güzel yapmış. Rehberimiz, önderimiz. (gülüyor) Tabii ki de
fantastik edebiyatın temel beslenme alanlarından biri mitoloji. Bütün fantastik
edebiyat yazarları mitoloji bilen insanlar. Ha kullanmışlardır ya da
kullanmamışlardır belli olmaz çünkü fantastik edebiyat da kendi içinde birçok
türe ayrılıyor. Ama bunların hepsi mitoloji bilen insanlar. Doğrudan doğruya
mitoloji, fantastik edebiyatın beslenme kaynaklarından biri. Çok detaylı
anlatılabilir şu yaratıklar kullanılıyor, şu yaratıklar hikâyeye dâhil ediliyor
diye örnekler çoğaltılabilir. Tolkien’den girersin, Rowling’e, Harry Potter’a
kadar gelirsin. Neil Gaiman’a gidersin, Patrick Rothfuss dersin, her şeyi
söyleyebilirsin. Fantastik edebiyatla birlikte bugün ütopya, distopya,
bilimkurgu, korku edebiyatı yazan insanlar mitoloji bilen insanlar ve
etkilendikleri kaynaklar arasında mitoloji var. Bunu kullanıyorlar.
- Çalışmalarınızda
işlediğiniz Türk mitolojisi öğelerinden en çok hangisi ilginizi çekti?
Naçizane benim favori varlığım ejderhadır. Bir ejderham
olsun çok isterdim ya, kim istemez ki değil mi? (gülüşmeler) Ejderhalar çok
ilgimi çeker ve Hazreti Hızır… Yol tanrısıdır eski Türk inançlarında ki Hızır
çok kültürlerarasıdır. St. George olur, başka bir ad alır. Darda olanlara
koşan, iyilere yardım eden bir karakterdir. Muazzam. Hızır çok ilgimi çeker,
çok duygusaldır benim için. Ejderhayı çok severim canavar vesaire tayfasından
ama Hızır da çok ilgimi çeker. Şimdi ona mitik bir varlık mı diyelim, dini mi
diyelim çok ayrı bir tartışma. Buna hiç girmiyorum ama Hazreti Hızır çok ilgimi
çeker. Hızır’la alakalı çok ciddi okumalar yaptım ama Hızır’la ilgili hiçbir
şey çalışmadım. Kafa yapısı olarak ezilen fakirlerin tarafında olduğum için,
kendim de öyle bir hayattan geldiğim için fakirlerin, kimsesizlerin umudu,
sokaktakilerin umudu, iyilerin ödüllendiricisi, zor günlerin, dar günlerin boz
atlı Hızır’ı en sevdiğim figürlerden biri.
- Yüksek
lisans teziniz aslında sıkça işlenmeyen bir konu üzerine. Özellikle korku
öğeleriyle ilgilenmenizin sebebi nedir?
Hep söylediğim bir cümle var: Benim hobim akademik alanıma
dönüştü. Ben çocuk yaştan beri korku edebiyatıyla ilgileniyordum. Yüksek lisans
ders yılımda Türk korku filmleriyle ilgili bir ödev hazırladım. Daha sonra bunu
Gazi Üniversitesi’nde uluslararası bir sempozyumda bildiri olarak sundum. Türk
korku filmlerindeki halk bilimi unsurlarını inceledim, daha doğrusu canavarları
inceledim. Halk Bilimi disiplinini vurgulamak istiyorum özellikle. Türkoloji,
Türk edebiyatı tamam ama biz Türk Halk Bilimi’ndeniz, ben bir Türk Halk
Bilimcisiyim. Türk Halk Bilimi disiplininde yetiştim ve o disipline göre
üretimlerde bulunuyorum. Ve hocalarımın yönlendirmesiyle, “Seçkin bu konu
çalışılmamış, açık bir alan. Bir manyağın bunu çalışması lazım.” demesiyle o
manyak da ben oldum. (gülüyor) Güzel de oldu. Hocalarımın ilgisi ve desteği de
çok büyük oldu bu konuda. Ortaya çıkan üründen çok memnun oldular. Evet, bir
ilk örnek. Bunu her zaman vurguluyorum. Uydurma bir metot denendi,-uydurma
burada yine kötü anlamda değil- danışman hocamla motif indeksine göre
yaptığımız bir kuramsal yaklaşım ama incelemenin içeriği olarak “Şöyle bir şey
deneyelim.” diyerek oluşturduğumuz bir yapıydı. Güzel de oldu. Aldığı tepkiler
de çok güzel oldu. Danışmanım olan Yardımcı Doçent Doktor Pınar Fedakar’ın
yönlendirmesiyle, ortaya attığı fikirle böyle bir şey oluşturduk. Böyle bir
boşluk vardı alanda, ben de bunu çalışmış oldum. İki sebebi var: 1. Ben
seviyorum. Manyaklık, hani çocuk yaştan beri seviyorum. 2. Kesinlikle
çalışılması gereken bir konu. Korku, temel unsurlardan biri. Açık ve net. En
erken devirlerden beri insanın hissettiği bir şey. Korku doğuştan beri var veya
sonradan kodlanır. Bu çok ayrı bir tartışmadır ama korku çok temel bir duygu.
Dünyanın her yerinde korkuyor insanlar. Bunun bir şekilde incelenmesi
gerekiyordu ki sanatsal anlamda da kullanılması için incelenmesi gerekiyordu.
Bu şekilde başladı.
- Blog yazarı arkadaşlarımızın özellikle merak ettiği bir
konuya değinmek istiyorum. Teze çalışırken 5000’den fazla kaynaktan
yararlanmışsınız. Demonik varlıklarla bu kadar iç içe olmak sizi nasıl
etkiledi, hiç korku yaratmadı mı?
Bir gün çalışıyorum, gece üçe kadar falan çalıştım. Yazın
başı ve her gün cin, şeytan okuyorum. Sadece metinler de değil… Kaynaklar
okuyorum, büyü kaynakları, el yazmaları gibi. “Okuyorum bunu ama
çarpılmayayım.” diyorum vesaire. (gülüşmeler) Gece üç, üç buçuk falan ve evimde
iki tane kedim var. Kapımı açtım. Bu ayrıntıyı veriyorum çünkü yaz geldiği için
kapı, pencere kapatmıyoruz. Bizim evimizde de her zaman bir tane misafir kedi
olur. İyileştiririz, sahiplendiririz onu. Arka odamız da kapalı. Biz yattık
saat dört buçuk gibi. Sabah ezanı da başladı. Yan yatıyorum, arkam dönük
kapıya. Ayrıntıları vereyim gösteremeyeceğim çünkü. Kedilerim de ayak ucumda
yatıyor. Karanlık ve sabah ezanı var. Bak şimdi, atmosfere bak. (gülüyor)
Kedilerim karanlığa doğru bakarak hırlayıp tıslamaya başladılar. “Çocuklar ne
oluyor?” dedim. Kedilerimden biri kapıya doğru gitti. Yere, karanlığa doğru pati
atıyor ve tıslıyor. “Ne oluyor lan?” dedim. Normalde hayatta korkmam. Gerçekten
korkmam. Mezarlığa gece vakti giren, gezen bir adamım. İlgimi çekiyor çünkü.
Korku değil bunların karşısında hissettiğim duygu. Merak. Sadettin Teksoy’un
varisiyim, bunu her zaman söylerim. Yolundan gidiyorum. Dean Winchester, Van
Helsing, Konstantin falan bunlara saygımız sonsuz ama ben Sadettin Teksoy’un
varisiyim, onun yolundan gidiyorum. Buradan da sevgiler gönderiyorum Sadettin
Abi’me. (gülüşmeler) Konuya dönelim. Ne oluyor dedim, hiçbir şey görmüyorum
çünkü. Karanlığa falan hırlıyorlar. Meğerse o ufaklık kedinin kapısı açık
kalmış. Çocuğum da evi gezerken benim odanın kapısına gelmiş. Benim kızlar da
onu görüyorlar. Dövmüyorlar da, zarar da vermiyorlar, kovmaya çalışıyorlar.
Tabii ben kalkıp ışığı açana kadar… Sabah ezanı… Karanlık… Bu da böyle bir
anımdır. İşin esprisi bunlar tabii. Yaşadım bunları ama bir etki yaratmıyor.
Varsa da varlar, yoksa da yoklar. O apayrı bir tartışma konusu. Varlığı ya da
yokluğu konusundaki bir tartışmaya çalışmada da girmedim, benim işim değil o.
İnanan için var. Kuran’da da geçiyor, bir Müslüman için var. Ben korkmadım
çünkü estetik geliyor bana. Beğeniyorum demiyorum. Estetik, çirkin estetiği…
Böyle adlandırdık, kitapta da var bu. Çirkin ucubenin, ötekinin, canavarın
estetiği… Şimdi bir ejderha estetik değil mi? Muazzam bir şey. Bu da onun gibi.
O yüzden korkmadım, dürüstçe söylüyorum. Korksam söylerdim. O akşam birazcık
korkmuş olabilirim, tamam. (gülüyor)
- Faydalandığınız kaynakları nasıl seçtiniz?
Burada tezimin sınırlandırılmasını hemen söylemek istiyorum:
Türkiye sahası diye belirledik ve masal ve efsane seçtik. Çünkü kitapta da bir
cümle ile belirtiyorum, masal ve efsane olağanüstü varlıklar bağlamında çok
kalabalık metinler, veri çok. O yüzden işlenebilir veri olarak bunu seçtik.
Tabii ki faydalandığım kaynaklar arasında din, ilahiyat kaynakları da var.
İlahiyat bu konuda çok çalışmış bir alan ve çeşitli tartışmaları bir kenara
bırakırsak bu ülkede çok kıymetli ilahiyatçılar da var gerçekten bu işin
iliminde, biliminde olan ve farklı disiplinleri bilen. Ülkedeki temel
tartışmaları bir kenarda tutalım, onlar apayrı şeyler. Benim işim değil ama
bugün Dokuz Eylül Üniversitesi’nin İlahiyat Fakültesi’ndeki kütüphanesi çok
güçlüdür. Orada çok vakit geçirdiğim oldu benim. Çok fazla kaynak buldum,
güçlüdür yani. Çok eksantrik bir konu çalışmama rağmen çok iyi karşıladılar
beni, ilgilendiler oradaki görevliler. Din bilimi, mitoloji, büyü,
Spiritüalizm gibi konularla alakalı kaynakları topladım. İçinde cin, şeytan,
dev, ejderha, kötü, kötülük, korku, canavar geçen her şeyi topladım ve işime
yarayanları da kullandım.
- Yüksek lisans tezinizin Türklerin Şeytani Masallarına
dönüşürkenki süreci ve çıkışı nasıldı?
Uzun bir süre ben bu tezi yayınlatmaya heveslendim, olmadı.
Olmamasının sebeplerine girmek istemiyorum çok fazla, yani röportajı bunlarla
doldurmak istemiyorum. Tam vazgeçtiğim dönemde Gazi Üniversitesi’nden bir
arkadaşım, Ömer Ünal ulaştı bana. Çok severim kendisini, Halk Bilimdaşım, Halk
Bilimi alanında doktora yapıyor. Hocalarımız falan ortak çünkü Gazi’yle bizim
dirsek temasımız çok yüksek. Çok da severim hocalarını. Hatta Gazi’de Halk
Biliminde doçent olan Evrim Ölçer Özünel, yüksek lisans tez jürimdeydi. Ömer
“Bizim böyle bir yayınevi var, gel bunu basalım.” dedi. İlk başta gelgitler
oldu, olamayacaktı. Sonra dediler “Biz bunu basıyoruz.”. Ardından Haydar Barış
Aybakır, reisimiz, başkanımız, sağ olsunlar çok emek verdiler. Gerçekten çok
emek verdiler kitaplaşma sürecinde, bölümlerin şekillenmesi, başlıkların
değişmesi, tekrar okumalarda. Defalarca okudular, en az benim kadar
okudular çalışmayı. Ömer editörlük yaptı. Gayet titiz de bir editörlük yaptı.
Kendisi de Halk Bilimci olduğu için konuya da hâkim, konuya nasıl bakacağını
biliyor. Burada onların da hakkını vermek istiyorum. Onların da emeğiyle böyle
bir kitaplaşma sürecimiz oldu ve 6-7 aylık bir süreçti. Kitaplaştırıp yayına
girdik ve Karakum Yayınevi etiketiyle basıldı.
- Korku edebiyatı üzerine çalışmak isteyen kişilere ve
çevirmenlere tavsiyeleriniz var mı?
Çevirin! Gerçekten çok fazla çevrilmesi gereken kaynak var.
Sadece edebiyat anlamında da değil, genel anlamda çok fazla çevrilecek şey var
ve bunlar ulaşılabilir nitelikte şeyler. Eskisi gibi değil. Eskisi gibi gidin
illa İngiltere’de kalın, kütüphanede toplayın gibi değil. Ulaşabiliyoruz.
Mesela Howard Phillips Lovecraft’ın Edebiyatta Doğaüstü Korku’su yeni çevrildi.
Çok, çok, çok önemli. Mesela Tolkien’in Beowulf’u, The Monsters and the Critics’i
duruyor. Sadece korku edebiyatıyla ilgili değil ama bunlar çevrilmeli. Bugün
Lovecraft’ın biyografisi Türkçeye yeni kazandırıldı. Bunlar çok kalburüstü
isimler, ünlü ve direkt akla gelen isimler. Daha birçok kişinin korku,
fantastik, bilimkurgu vesaire alanlarda birçok çalışması var çevrilmesi
gereken. O yüzden çevirsinler.
Bu alanda çalışmak isteyen kişilere gelirsek çalışılması
gereken, çalışılabilecek çok fazla konu var. Türk mitolojisi üzerine konuşmak
istiyorum çünkü bu alan üzerine çalışan biriyim. Türk kültüründe sinema, dizi,
hikâye, roman, senaryo, tiyatro hiç fark etmez, işlenebilecek zilyar tane
malzeme var. Sadece bunu söylemek istiyorum: Biz buradayız. Ben sadece bu
alanda çalışan bir adamım ama birçok hocamız var gerek alanda gerekse alan dışı
olarak ilgilenen. Çok güçlü şekilde fantastik, korku, bilimkurgu edebiyatımız
oluşuyor. Çok iyiye gidiyorlar. Çalışılabilecek, incelenebilecek çok fazla konu
var. Bunların üzerine gitsinler, bizi bulsunlar. Bizim fikirlerimiz de,
düşüncelerimiz de, kütüphanelerimiz de herkese açık. Gerçekten ilgileri varsa
meseleye bunu yapabilirler mesela. Kullansınlar da malzemeleri. Malzeme orada
duruyor ve artık o kadar da uzakta değil. Türk mitolojisiyle alakalı bir
malzeme çok uzakta değil doğru bilgiyi bulabilirler ve işleyebilirler.
- Eserlerinizin yabancı dile çevrilmesi için teklif
gelirse çevirmenle beraber çalışmak ister misiniz bu süreçte? Çeviri
süreçleri ve yerelleştirme hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çevirmenle birlikte çalışırım ama bir konuya dikkat ederim.
Grafik tasarımcılar mesela bu konuda çok şikayet ederler. İş verir mesela bir
kişi ama “Şurayı şöyle yapalım. Burayı böyle yapalım. Bir tık daha büyük, bir
tık daha küçük olsun.” derler. Ben o şekilde çok fazla karışmam işine, çok
fazla müdahale etmem. Çevirmenin dünyası çünkü o biraz. Tabii ama şöyle bir şey
de var: Bu akademik bir üretim, illa ki bağlı kalacaktır içeriğe.
Yerelleştirmeden kasıt nedir burada?
- Örneğin; Popeye’ın Temel Reis olması. Yüzüklerin Efendisi
Üçlemesi’ndeki ırkların her birinin konuştuğu dil farklı bir dönem/yöre dili.
Onların Türkçeye çevrilirken farklı dönem Türkçelerine veya yöresel ağız
kullanılan bir Türkçeye çevrilmesi.
Bence güzel bir şey. Çok renk katıyor. Yazar böyle bir şey
veriyorsa yapılmalı. Mesela benim bir hikayemde Darhan Dede adında bir karakter
var, Egeli ağzıyla konuşuyor. İngilizceye çevirirken bir İngiliz köylüsünün
ağzına mı gitmek gerekli? Siz daha iyi bilirsiniz. Kesinlikle öyle olmalı.
Harry Potter’da Ron Weasley r’leri söyleyemiyor, bunu yansıtmamak olmaz ki!
Hele iyi bir araştırma yapıldığında bence çok doğru, çok renk katan bir şey.
- Kültürel
öğelerin yoğun olduğu bir kitabın çevirisinde ne kadar serbest
çalışılabilir?
Bu biraz da önceki soruyla bağlantılı gibi. Bunlar akademik
eserler. 2+2=4 gibi eserler bunlar. Analitik bilgilere sahipler. Az önceki gibi
Tolkien veya benzer örnekler verebileceğimiz durumlarla karşı karşıya değiliz.
Bu akademik bir çalışma ve orada ne yazıyorsa onu çevirecekler.
- Halk Bilimciler için dil bilmenin önemi nedir?
Dil bilmek bütün akademik alanlar için çok önemli. “Adamlar
bizden çok önde.”den çıkmak istiyorum bir kere. O da var, tamam. Ben şöyle
düşünüyorum: Bazı konularda evrenseli yakalamadan ulusal olamayız, ulusala
faydalı olamayız. Hangi disiplinde olursak olalım bulunduğumuz noktada en ileri
seviye neyse ona ulaşmaya çabalamalıyız. Bir ekonomist var Özgür Demirtaş diye,
o çok söylüyor bunu. Çalıştığınız disiplinde en uçta ne yapılıyor onu öğrenip,
buraya gelip onu uygulamalısınız. Bu önemli bir şey, ben bu şekilde düşünüyorum.
Tabii ki de ulusala faydalı olmak en temek şart. Bunu da ulusala faydalı olmak
için yapmalıyız. Akademik bilgileri, kaynakları öğrenip burada kullanmalıyız.
Türk bir bilim insanı olarak Türk toplumunun hizmetindesin. Alanın her neyse,
disiplinin çok önemli değil, buradaki bozuklukları düzeltmek de senin görevin.
O yüzden yabancı dil bilmek dünyada neler olup bittiğini bilmek, öğrenmek,
anlayabilmek adına çok önemli. Bir bilim insanının kendini geliştirmesi adına
çok önemli. Bilim insanının kaliteli bilim üretebilmesi, evrensel bilim
üretebilmesi ve tabiri caizse vatanına milletine faydalı olabilmesi için çok
önemli. Bir değil, 2, gerekirse 3 dil bilmek gerekiyor.
- Şarkılarınızı
İngilizce yazıyorsunuz. Yabancı dillerle olan ilişkiniz nasıl gelişti,
hangi dillerle ilgileniyorsunuz?
Yabancı dille olan ilişkim aileden gelişti yine. Ailemde
yabancı dil bilenler vardı ve büyüklerimizde yabanı dile ilgi çoktu. Çok küçük
yaşta ilgim olduğunu, dil derslerine merakım olduğunu fark ettim. En büyük
amcamlar turizmcilerdi ve evlerinde büyük büyük sözlükler vardı. Kendi kendime
sözlükleri karıştırıp Fransızcada 1’den 10’a kadar saymayı öğrenmiştim. Bir
kelime gördüğümde onun İngilizce, Almanca, Rusça, Fransızca karşılıklarına
bakıyordum mesela. Çok küçük yaşlarda aileden gelen bir merakım oldu.
İyi derecede İngilizce biliyorum. Bir miktar Almanca eğitimi
aldım. Çok kısa bir Rusça eğitimim var. Lise yıllarında çok kısa bir Fransızca
eğitimi aldım ama bunlar hakkında fikir sahibiyim sadece şu anda. Bir de İran
sahasındaki Türkleri çalışsam da coğrafyayı anlamak, metinleri daha iyi anlamak
ve Farsça kaynakları okuyabilmek adına Farsça eğitimi alıyorum. İngilizce,
Almanca ve Farsça temelde olmak üzere yanına da biraz Rusça ve Fransızca
koyuyoruz. Tabii İngilizce ve Farsça hariç diğerlerini az az biliyorum. Şu anda
yoğun bir şekilde Farsçayla ilgileniyorum. Özellikle 2018’de de Farsça
eğitimime devam etmek istiyorum. Bir sonraki hedefim Almancayı bıraktığım
yerden devam ettirmek.
- Yabancı
öğrencilere Türkçe hazırlık eğitimi veriyorsunuz. Bir eğitmenin gözünden
sizce Türkçeyi hiç bilmeyen insanlar ne gibi sıkıntılar yaşıyor?
Bu çok geniş bir konu. Çok fazla dinamik var ve çok fazla
sıkıntı devreye giriyor. Öncelikle avantajlardan bahsedeyim: Bu çocuklar
Türkiye’de eğitim görüyorlar. Eğitim bilimleri kapsamında “örtük öğrenme” diye
bir şey var. Türkçenin yaşadığı coğrafyadalar ve sürekli Türkçeye maruz
kalıyorlar. Derste öğrendiklerinden çok daha fazlasını dışarıda tecrübe
ediyorlar. Bu onlar için bir avantaj. İyi bir kurumda, yoğun bir şekilde Türkçe
dersi alıyorlar. Bunda da iddialıyız. Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’nde
yılların tecrübesi var, iyi bir kadro var. Karşılaşılan sorunlar, onların
çözülmesi ve kurumsal yapı konusunda birikmiş bir tecrübe var.
Bu insanlar ne gibi sıkıntılar yaşıyorlar? Burada ülke
profili, yaş, cinsiyet, hazır bulmuşluk önemli. Bizde lisans, yüksek lisans ve
doktora öğrencileri var. Doktora öğrencileri yoğun bir şekilde daha başarılı
oluyor çünkü bu kişiler üniversite hayatı görmüş ve mevzuya biraz daha yakın
oluyor. Mesela birden fazla dil bilenler, anadilini iyi bilenler çok kolay
öğreniyor. Bazen de şöyle bir şey yaşıyoruz: Kişi anadil dışında hiçbir dil
bilmiyor. Çok sıkıntı yaşıyoruz. Hatta anadilini bile iyi bilmiyor ve aldığı
bilgiyi aklında kendi dilinde nereye yerleştireceğini bilmiyor. Onda da çok
sıkıntı yaşıyoruz.
Sesletimde bazen problem yaşıyoruz. Bazı ülkelerin
dillerinde bizdeki kimi sesler yok. Mesela Araplar “p” sesinde inanılmaz
zorlanıyorlar. “pazar”a “bazar” diyorlar çünkü “p” yok dillerinde. “ö-ü” bütün neredeyse
dillerde problem oluyor. Bu tarz sesletimlerde sorun yaşıyoruz. En büyük
problem akkusativ kullanımı. Aslında genel anlamda hâl ekleri problem ama en
çok akkusativ kullanımı sıkıntılı. Bunu bir yabancıya öğrettiğin zaman fark
ediyorsun, Türkçede en önemli şey: ses uyumları, yardımcı vokaller, hâl
eklerinin kullanımı, daha sonra da çatı yapısı. Türkçenin çatı yapısı biraz
farklı diğer dillere göre. Bunlarda çok zorlanıyorlar ama büyük ölçüde
zorlandıkları şey hâl ekinin kullanımı ve özellikle akkusativ.
Başka olarak mesela “-mıştı” eki problem, rivayetin
hikâyesi. “Hocam -mıştı niye var?” diyorlar. Bunda da sıkıntı yaşıyorlar. Bunun
dışında mesela yakın zamanda bir öğrencim “Hocam Türkçe şöyle gibi: nınınını
Arapça kelime, nınınını Arapça kelime, nınınını Farsça kelime. Benim için böyle
bir şey Türkçe.” dedi.
Örneğin ettirgen, oldurgan durumunda çarşı karışıyor.
Dönüşlülükte yine aynı şekilde… Çatı konusu genel itibariyle biraz facia oluyor
onlarda. Dilbilgisi bağlamında temel problemler bunlar. Çevirmen arkadaşlarında
ilgisini çekecektir diye düşünüyorum bu bilgiler. Temel yaşadıkları problemler
bu çünkü birçok dilde bizdeki vokal yapısının benzeri yok. Mesela Afrikalı
arkadaşlarımız hep “Nasilsin?” der “i” ile, “Nasılsın?” yapamıyoruz onlarda
kolayca. Farslarda “ö-ü”de problem var.
Yalancı eşdeğerlik diye bir konu var. Mesela Arapçada
cinsiyet sormak “Hangi ülkedensin?” anlamına geliyor. Arap birine cinsiyetini
sorduğunda, mesela Libyalı birine “Cinsiyetin ne? diye sorduğunda sana “Libya”
der. Bizdeki kadın-erkek anlamına gelmiyor. Mesela “magazin” kelimesinin
bizdeki anlamıyla İngilizcedeki anlamının aynı olmaması da bir örnek. Özelikle
Türk dünyasından gelen öğrenciler kendi dillerindeki bir eki Türkiye Türkçesine
ekliyor. Temelde Türkçe iki dil de ama oradaki eki buraya kaydırabiliyor. Bu
tarz problemler yaşanabiliyor.
- Öğrencilerinizle okuma derslerinizde Türk destanlarını
vb. işlemek gibi bana göre oldukça eğlenceli yöntemler kullanıyorsunuz. Bu
gibi yöntemlerin size göre dil öğrenimine sağladığı kolaylık nedir?
İlgi çekici öncelikle. Üstelik Türk kültürünü öğreniyorlar,
yeni bir kültür öğreniyorlar. Bu Türk kültürünü tanıtmak için de, onlar için de
önemli bir şey. Bir de bu tarz masal, efsane, destan gibi metinler sözlü
kültürden geldiği için dilin tüm olanakları kullanılıyor. Çok klişe bir laf
olmakla birlikte sade, duru bir Türkçe kullanılıyor. Kurgu ve sanatsal anlamda
değil, gerçekten Türkçe gibi Türkçe kullanılıyor. O yüzden öğrencilerin bu
metinleri yakalaması çok kolay oluyor. Güzel de oluyor onlar için.
Fıkra çok kullanırız bu derslerde, özellikle Nasrettin Hoca
fıkraları. Bu metinler kısa, vurucu bir şekilde anlatmak isteyen metinlerdir.
Bizim de amacımız kısa, vurucu şekilde öğrencilere Türkçeyi anlatmak. O yüzden
çok kolaylık sağlıyor ama en büyük kolaylığı ilgi çekici olması. Bir kere yeni
bir bilgi onlar için.
- Yabancı
dil öğrenenlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Konuşsunlar. Pratik en önemli şey, bizim öğrencilerimizden
gördüğümüz bu. Çok yeni bir şey söylemiyorum ama gerçekten en önemli şey
konuşmak. Bilgiyi kullanarak öğrenen bir insan olduğum için böyle bakıyorum
belki olaya ama gördüğüm kadarıyla en önemlisi konuşmak. Şöyle bir şey var:
Anadili Türkçe olan insanlar olarak hiçbirimiz Türkçeyi ders alarak öğrenmedik.
Hiçbirimiz anadilimizi çok küçük yaşlarda gramer olarak öğrenmedik, kullanarak
öğrendik. O yüzden aynı şekilde bir dili de tıpkı bir anadilini konuşan gibi
kullanarak öğrenmek bence en doğrusu. Bol bol yabancı şarkı dinlesinler,
diziler izlesinler. Çok klasik şeyler bunlar ama yapılması gereken yöntemler.
Yine çok basit ve çok klasik bir şey söylemek istiyorum: yetenek. Dil öğrenmek
biraz da yetenek işi. Ama ilk olarak kendi dillerini öğrensinler. Anadilini
bilmeyen yabancı dil öğrenemez. Öğrencilerimizde tespit ettiğimiz şey bu.
Anadilini bilmediği sürece öğrendiklerini aklında gerekli yere oturtamıyorlar.
Rus bir öğrencimiz vardı. Arkadaşları “şimdiki zaman”ın Rusçasını
söylediklerinde “O ne?” diyordu. Şimdiki zamanı Rusçada kullanıyor ama
“Geliyorum.” dediği zaman kurduğu cümleyi şimdiki zamanla kurduğunu bilmiyor.
Bu yüzden anadillerini iyi öğrensinler.
- Bazı insanlara göre Dil ve Edebiyat Bölümü okuyanlar
için pek fazla iş imkanı olmuyor ve zorluğundan dolayı kimileri sıkıcı
olarak görüyor. Fakat siz aksine bu alanı şenlendirmişsiniz de
şenlendirmişsiniz. Edebiyat okumak isteyen ama cesaret edemeyen
öğrencilere diyecekleriniz var mı?
Seviyorlarsa okusunlar. Seviyorsan git konuş kanka! Ben şuna
karar verdim: Canım ülkemin durumu ortada. Ne okursam okuyayım bu kavgalarla
yine karşılaşacağız. Beyin cerrahı oluyorsun, orada da TUS var mesela. İnsanlar
mahvoluyor, saçları gidiyor, sağlığından oluyorlar. Diyorum ya, beyin cerrahı
oluyorsun, beyinle çalışıyorsun. Arabayı çalışır haldeyken bozmadan tamir
etmeye çalışıyorsun. O adamlarda da TUS koyuyorlar, bir ton şey var. Yani her
meslekte böyle sıkıntılar var. İş zorlukları var, bu tarz süreçler var. O
yüzden seviyorlarsa okusunlar. Sevmedikleri bölümü okumasınlar, sadece edebiyat
için de söylemiyorum. Sevmedikleri meslekten uzak dursunlar ve üniversite
okumak, bir meslek edinmek, hele ki lisansüstü yapmak istiyorlarsa seviyorlarsa
yapsınlar. Derslere girip “Pfff, sıkıldım.” diye InstaStory atacaklarsa
okumasınlar. Okumak isteyen bin tane insan var. Kimsenin yerini işgal
etmesinler. Belki bu sözlerimden insanlar rahatsız olacaktır. Diyebilirler
“Ulan adam, sen hiç mi yapmadın?” diye. Hayır, hiç yapmadım. 13 yıllık lisans,
yüksek lisans, formasyon, doktora sürecim boyunca bir kere bile “Ayy yine mi
finaller, vizeler? Aman geldi yine.” falan demedim. Tarih yazmaz. Görüyorum
yüksek lisans okuyup “Ya finaller beni yordu.” diyen. Okuma! Belki senin işgal
ettiğin yüksek lisans kontenjanı için canını verecek adam var bu tarafta. Niye
hak yiyorsun bu kadar sevmiyorsan? Herkes üniversite okumak zorunda değil. Bunu
iki anlamda söylüyorum: Gerçekten üniversite okumadan da iyi yerlere
gelebilecek, kendini geliştirebilecek, kaliteli işler yapabilecek insanlar var
ve diğer taraftan istemiyorsan okuma. Çok sert belki bu cümlelerim. Belki
birileri bunu okuduğunda bana kızacak. Derse gelip “Ya, ne diyor bu hoca ya?”
yapacaksan git abi! Gelme o derse! Ayrıl o bölümden, o kontenjanı doldurma.
Bunu yapma. Ha öğrencilik psikolojisidir, hepimiz dersten sıkılıyoruz. Benimde
sıkıldığım, yorulduğum zamanlar oldu ama böyle yapmadım. Şuraya bağlayacağım
meseleyi: Gerçekten bir şey seviyorsanız ne okuduğunuzun önemi yok. Vatanını,
milletini en çok seven işini en iyi yapandır muhabbeti gibi. Sevdikleri işle
uğraşsınlar. İş problemi var, doğru. Ama bunu seviyorsa bunu okusun. Başka
mesleklerde de iş problemi yaşayacak. Bugün nereden mezun olursa olsun sektörel
yapımız gereği bu böyle. Bu yüzden sevdikleri şeyi okusunlar. Edebiyatı
seviyorlarsa okusunlar. Ben kitapları seven bir çocuktum. Ben bugün akademik
kariyer yapıyor olmasaydım da okuduğum 10 kitaptan 7’sini yine okuyacaktım. Ben
bunu seviyorum, bunu seçtim. Evet, iş bulma süreçlerinin çok zor olduğu
zamanlar oldu ama dediğim gibi seviyorlarsa, gerçekten bir şey öğrenmek yapmak
istiyorlarsa okusunlar ve ellerinden gelenin en iyisini yapsınlar. Kimse İlber
Ortaylı olmak zorunda değil, kimse Aziz Sancar olmak zorunda değil. İlber
Ortaylı’yı, Aziz Sancar’ı örnek alıp yapabileceklerinin en iyisini yapsınlar.
- Röportajın sonuna gelirken kitabınızla tanışmış birçok
kişinin ortak sorusunu dile getirmek istiyorum. Yakın zamanda başka kitap
projeleriniz var mı?
Var. 2018 içinde çıkarmayı düşünüyoruz. Türklerin Şeytani
Masalları’nın arka kapak yazısını yazan Mehmet Berk Yaltırık’la Türk kültüründe
vampir konusunu yazıyoruz. O tarih kısmını yazıyor;ben folklor, Halk Bilimi
kısmını yazıyorum. Şu an doktora tezimin bir kısmı olan Tebriz’de derlediğim
masallarla ilgili bir projem var. Bir de benim bugüne kadar yazmış olduğum,
çeşitli internet mecralarında yayınladığım, sonra kitap olacak diye geri
çektiğim hikâyelerim var. Sağ olsun yayınlayan yerler de çok anlayış
gösterdiler. Bunlardan biri Kayıp Rıhtım. Aylık Öykü Seçkisi’nde yazılarım
vardı. Mail attım “Kitap olarak çıkaracağım. Buradan kaldırabilir miyiz?”diye.
En ufak bir sorun çıkarmadan, anında, tek bir maille kaldırdılar. “Kitabınız
için başarılar. Bekliyoruz.” temalı bir mail de aldım. Kaliteli bir ortamdır
Kayıp Rıhtım, buradan da Hazal Hanım’a selam göndereyim aklıma gelmişken.
(gülüyor) Tanırım Kayıp Rıhtım’dan bazı arkadaşları. Oradan da bu şekilde bir
tepki aldım, kaldırma sürecinde de en ufak bir sıkıntı yaşamadık. İşte bu
hikâyelerim çıkacak, fikirler bu yönde. Ne zaman, nasıl, nedir detayları
sonraya kalsın.
Teşekkür ederim bu güzel röportaj için.
Asıl biz teşekkür ederiz. Bize vakit ayırdığınız için çok
teşekkürler.
*Bu söyleşi daha evvel ÇeviriBlog'da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder